Abidin Dino’yla haftada birkaç kez çıktığımız uzun Montparnasse gezintileri benim için bir okul gibiydi. Bir çeşit Akadimias tadı alırdım o yürüyüşlerde. Osmanlı’nın son döneminde, batan bir imparatorluğun deyim yerindeyse çıldırttığı büyük ailelerin hikayelerini birinci ağızdan ve Abidin Bey’in tatlı üslubundan dinlemek müthiş oluyordu.
Bu ailelerden ikisi; o dönemin tabiriyle Abidin Paşalılar ve Şakir Paşalılar’dı. İlki devlette büyük görevler üstlenmiş Abidin Paşa’dan, ikincisi ise yine devlet ricaline mensup Cevat ve Şakir Paşalardan geliyordu.
Abidin Bey onlardan söz ederken o muzip gülümsemesiyle ‘’Doğrusu Şakir Paşalılar biraz tuhaftır’’ derdi.
Abidin Bey’in ağabeyleri Ali ve Arif Dino da sanatkardı. Ali Dino Yunanistan’da hem parlamenter hem de çok ünlü bir karikatüristti. Arif Bey ise hem şair hem ressamdı. Hepsi de 6-7 dil bilirdi. Kozmopolit ailelerdi.
Şakir Paşalılar ise, bugünlerde dizi dolayısıyla daha geniş kitlelere ulaştığı haliyle, Şirin Devrim’in yazdığı ‘’Harika Çılgınlar’’ kitabındaki başlığın tam olarak hakkını veren insanlardı. Pek çok devlet adamı ve sanatçı çıkarmış bu ailenin maceraları anlatmakla bitmez.
Ankara’daki gençlik yıllarımızda görüştüğümüz iki büyük dost vasıtasıyla ailenin hikayelerini dinleme fırsatı bulmuştum. İdam edilen Cavit Bey’in oğlu Şiar Yalçın ve beraber yaşadığı Remide Devrim dostlarımızdı. Remide Hanım Şirin Devrim’in (baba bir) kardeşiydi. Onlar da çok ilginç ve saygın insanlardı.
İmparatorlukların çöküş dönemleri çılgın insanlar labirenti gibidir. Rus yazarları bu çılgınlığı romanlarında işlediler ama ne yazık ki biz beceremedik bunu.
Mavi sürgün
Bilgi Yayınevi, Halikarnas Balıkçısı yani Cevat Şakir Kabaağaçlı’nın ünlü kitabı Mavi Sürgün’ün 50’nci yıl özel baskısı için benden bir önsöz istedi. Yazıp gönderdim, devlet ve baba otoritesini reddedip kendini yeniden yaratan bir adamı anlattım. Bodrum’da bu vesileyle bir etkinlik yapıldı. Aileyle buluştuk. Tatlı insanlardı hepsi. Bu önsözü aktarıyorum:
Kendine bir cennet yaratmak
Edebiyatçıların pek çoğunun otorite ile başı derde girmiş, kanatlı kelimelerle uçmak isteyen yazarlar ve şairler aileden devlete, okuldan askerliğe kadar her türlü otorite dizgesine, hatta simgesine başkaldırmışlardır.
Vazgeçemedikleri bu tavır onları zaman zaman hapse, tecride, yasaklanmaya, hatta idama götürdü. Çara, krala, padişaha, kiliseye, orduya, hükümete karşı başkaldırı pek çok öncünün yaşam ve hatta ölüm biçimi oldu.
Bu yazarların kişiliğinin oluşma döneminde ise bu isyan, otoritenin temsilcisi babaya karşı ortaya çıktı. Bazıları Dostoyevski gibi, babasının ölümünü dilerken onun aniden ölmesi üzerine kapıldığı suçluluk duygusundan ömür boyu kurtulamadı, kendisini baba katili gibi hissetti.
Bazıları da Cevat Şakir Kabaağaçlı gibi, babasını hayalinde değil, gerçekten öldürdü. Bu cinayetin Cevat Şakir adlı gencin ruhunda yarattığı derin sarsıntıları hayal etmek bile güç. Böyle bir vicdan yüküyle yaşamak çok zor olmalı.
Abdülhamid devrinde iki büyük paşa ailesi vardı İstanbul’da. Abidin Paşalılar ve Şakir Paşalılar. İki güçlü aile de sanata düşkündü, ikisinden de ünlü ressamlar, şairler, müzisyenler çıktı. Abidin Dino Paris yıllarımızda öteki aileden bahsederken, o muzip gülümsemesiyle ‘’Şakir Paşalılar biraz tuhaftır doğrusu!’’ derdi. (Aynı aileden Şirin Devrim’in anılarını okuyunca Abidin Paşalı’ya hak vermemek elde değil doğrusu.)
Çöken imparatorluğun aydınlarının çoğunda vardı bu çılgınlık. İnsanın nasıl öldüğünü kayda geçirmek için bileklerini kesen ve son nefesine kadar her dakikayı not eden Beşir Fuad’dan tutun da, kaçırılma korkusuyla demir kafes içinde uyuyanlara, dünyanın birçok köşesinde bedenlerini kurşunlara siper edenlere kadar her türlü çılgınlık vardı o kuşaklarda. Bu açıdan 19’uncu yüzyıl sonlarındaki Rus nihilistlerine çok benzerlerdi ama ne yazık ki o ülkede olduğu gibi romanları yazılmadı bizde.
Dönelim Cevat Şakir’e.
Baba ve devlet otoritesine karşı çıkışın en dramatik safhalarını yaşamış olan bu tutkulu gencin ‘’baba katilliği’’ hiçbir zaman unutulmayacak hep yüzüne vurulacaktı ama daha büyük bir otorite, onu bir yazısı dolayısıyla cezalandırdığını sanırken imdadına yetişti. Cevat Şakir’i zor gidip gelinen ücra bir kıyı kasabasına sürgüne gönderdi.
İşte bu sürgün Cevat Şakir’in yeniden doğuşunun ve kendine ait, özel bir cennet yaratmasının ateşleyicisi oldu.
Deri değiştirir gibi, adı dahil eskiye ait ne varsa üstünden attı, Halikarnas Balıkçısı adını aldı, Anadolu’nun eski ve görkemli uygarlıklarıyla bütünleşti; Ege’nin tuzu, yarımadanın emsalsiz koyları, mandalina bahçeleri ve adalardan Aeleos’nun nefesi gibi esen rüzgarlarıyla bir Dionysos esrimesine kapılıp gitti.
Bir yandan da Bodrum’un balıkçılarıyla süngercileriyle ve el emeğiyle geçinen herkesle dost oldu. Dünyayı onlara tanıtırken, Bodrum’u da dünyaya açtı.
İmparatorlukların çöküş dönemleri çılgın insanlar labirenti gibidir. Rus yazarları bu çılgınlığı romanlarında işlediler ama ne yazık ki biz beceremedik bunu
Madem ki hayat onu bir cehenneme sürüklemişti, o da bu yeni mekânda cehennem kapılarını kapatacak ve kendisi için bir cennet yaratacaktı.
Bu açıdan dünyadaki sürgün yazar örneklerinin tam tersi bir durum ortaya çıktı. Halikarnas Balıkçısı adıyla yeniden doğan adam, masallardaki balıkçılar gibi ağdan, her dileğini yerine getirecek bir peri kızı çekti.
Daha doğrusu Karya prenseslerinin ilhamını, Mauselous’un yas anıtını, Giritlilerin göç hikâyelerini, vurgun yemiş süngercilerin anılarını özümsedi. Bunları o coşkun kişiliğiyle yoğurarak ortaya yepyeni sanat eserleri koydu.
Kültür tezi
Düşünce alanında da Türkiye’nin kimliğini antik uygarlıklara bağlamak gibi, tek başına durumu açıklamaya yetmeyecek ama mutlaka kimliğimizin oluşmasında yeri olan unsurları ortaya çıkardı. Cumhuriyet’in kuruluş yıllarındaki “Eski Anadolu ve Mezopotamya uygarlıklarını miras olarak benimsemek” anlayışına denk düşüyordu bu tutum. Atatürk’ün yeni kurulan Cumhuriyet bankalarına Eti, Sümer gibi isimler koymuş olması bile bu tarihsel tutumu anlatmaya yetiyor. Cumhuriyet’in ve kurucusunun dayandığı tarihi temel, Orta Asya Türklüğü değil, Anadolu’da mirasçısı olduğumuz eski uygarlıklardı denebilir belki de.
Halikarnas Balıkçısı da çevresindeki bir grup entelektüelle birlikte Batı Anadolu uygarlıklarını modern döneme bağlama ve bu tutumdan bir tarih tezi yaratma mücadelesine girişti. Mademki Karya uygarlığının beşiği Halikarnos’ta Heredot’un hemşehrisi olmuştu, bu mirası bir çeşit kültür reenkarnasyonuna çevirmeliydi.
Böylece Türkiye’nin hâlâ tartışmakta olduğu kimlik ve aidiyet meselesine önemli bir katkı sağlayacaktı. Kısmi, bölgesel bir görüştü bu. Anadolu’daki katman katman kültür uygarlıklarının hepsini kapsamıyordu ama yine de bir model oluşturması bakımından önemliydi. Zaten ön Helenistik dönemle, Doğu Roma’yla iç içe geçmiş olan tarihimize bu gözle bakmak önemli katkılar sağlayabilirdi. Fatih’in Konstantinopolis’i aldıktan sonra Truva’ya gidip Hektor ve Aşil’in mezarlarını araması, Homeros’u orijinal metninden okuması bu kültür zenginliğinin en önemli işaretiydi.
Balıkçı bir yandan tarih tezi geliştirirken, bir yandan da Bodrum iklimine uygun yeni ağaçlar, tohumlar, bitkiler getirtiyor, bunları özenle yeşertiyor, dünyaya kapalı kalmış olan küçük Bodrum kasabasının çehresini değiştiriyordu. Arkadaşlarıyla başlattığı ve adına “Mavi Yolculuk” denilen doğa ve kültür turları bir geleneğe dönüşerek Bodrum’un en önemli turizm gelirlerinden biri olacaktı.
Cevat Şakir, birçok Avrupa dilinde okuyup yazmayı, Yunan filozoflarını, klasik edebiyatı, resmi, müziği iyi bilirdi. Bu zenginliğe sahip bir entelektüel olarak, birikimini coşkulu kişiliği ile birleştirip Akdeniz’e unutulmaz bir “Merhaba” hediye etti.