* Roman sanatının doruğa yükseldiği 19’uncu yüzyılda, değerli edebiyat eserleri büyük halk kitleleri tarafından bugünün televizyon dizileri gibi izlenirdi.
Jorge Luis Borges diyor ki: ‘Bibliyografya önemsizdir. Düşünün ki Shakespeare, kendi eleştirmenleri (Shakespeareci eleştiri) hakkında hiçbir şey bilmiyordu. Niye metni doğrudan doğruya ele almayalım? Eğer bir kitabı okumaktan hoşlanıyorsanız, harika. Hoşlanmadıysanız okumayın. Edebiyat, size dikkatinizi çekecek başka yazarlar sunacak kadar zengindir. Bir kitabı okumaya zorlanmak saçmalıktır.
* Picasso’nun sadece duvarları süslemek için mi resim yaptığını sanıyorsunuz? Hayır, kendisinin de belirttiği gibi, resim onun için faşizme direnmenin de bir yoluydu.
* 2009’da İngiltere’de ilginç bir edebiyat skandalı gündeme geldi. Birisi oturup, ünlü yazar Jane Austen’in az bilinen bir romanını daktilo etmiş ve kendi adıyla otuzdan fazla yayınevine göndermiş. İnanır mısınız, yayınevlerinden hiçbiri kitabı basmaya değer bulmamış. Çünkü modaya uygun yazmak, iyi yazmanın önüne geçmiş durumda.
* Unutmayın; çağın hakkını vermek, çağınıza uyum sağlamakla değil, ona direnmekle mümkün olur.
* ‘Rönesans yaratıcılığı’ insanların birden fazla disiplinle meşgul olması ve birçok dalda eser vermesi anlamına gelir. Bir şair aynı zamanda ressam da olabilir, tıp alanında da çalışabilir, müzik de besteleyebilir. Hatta ondan böyle bir insan olması beklenir.
İsim Rönesans’tan geliyor ama aslında dünya tarihi Aristoteles’ten Goethe’ye kadar yüzlerce ‘polymath’la, yani çeşitli dallarda eser veren yaratıcılarla dolu. Mesela Ömer Hayyam hem şairdir hem astronom hem matematikçi.
Abidin Dino ressam, yönetmen, yazar ve heykelci...
Son on yılların Türkiye’sindeki kültür ortamı, tek boyutlu olmanın övüldüğü bir çoraklığa dönüşmüş durumda. Bir ressamın beste yapması, yazarın heykel sergisi açması, film yönetmeninin tablolarını sunması neredeyse suç haline gelmiştir.
* Sovyetler Birliği, Tolstoy gibi büyük yazarların yapıtlarını, kesinti yapmadan sinemaya uyarladı ve böylece ortaya sekiz saatlik, on saatlik filmler çıkardı.
* Hikayelerinin Fransızcaya çevrilmesini önerdikleri zaman Anton Çehov şaşırmış ve ‘Ama’ demişti, ‘benim hikayelerim Rus hayatını anlatıyor. Fransızların bununla ne ilgisi olabilir?’
* Bence Konfüçyüs’ün ‘Bir toplumda müzik bozulursa her şey bozulur!’ sözünü hep hatırda tutmak gerek. Çünkü müzik, bir toplumun en önemli göstergesi.
* Antonio Salieri- genç dahi Mozart’ı bir türlü hazmedemeyen hatta onu öldürttüğü söylenen Salieri, hayatını Mozart’ı kıskanmak üzerine kurmuş dense yeridir. Çünkü yaşamında başka hiçbir tutku yok.
* Faşizme gönül veren entelektüelleri anlamak gerçekten çok zor. Mesela Knut Hamsun gibi büyük bir romancı, nasıl oldu da ülkesi Norveç’i işgal eden Nazilere sempati besleyebildi?
Norveç kurtulunca, halk kendilerine ihanet eden bu yazara hiçbir şey söylemedi. Ne bir protesto, ne bir yazı, ne saldırı... Ama bir gün evinin önüne bir genç kız gelip Hamsun’un kitaplarını bıraktı, biraz sonra yaşlı bir adam geldi ve o da kitapları bıraktı. Derken insanlar ellerindeki Knut Hamsun kitaplarıyla akın akın gelmeye başladılar. Hamsun bütün bunları penceresinden izliyordu. Halk çıt çıkarmadan, en ufak bir tepki göstermeden sakince kitapları bırakıyordu. Birinci günün sonunda kitaplar koskoca bir yığın ediyordu artık. Ertesi gün aynı durum devam etti. Kitap yığını büyüdükçe, halkına ihanet etmiş olan yazar küçüldü ve ölümü böyle oldu.
Köpekler
Bu alandaki en ünlü hiciv Nefi’ye ait. Tahir Paşa’nın kendisine kelp (köpek) dediğini duyan şair, ‘temiz’ anlamına gelen ‘tahir’ sözcüğünü kullanarak, kuşaktan kuşağa aktarılan şu harika dörtlüğü yazmış:
Bana Tahir Efendi kelp demiş/ İltifatı bu sözde zahirdir/ Maliki benim mezhebim zira/ İtikadımca kelp tahirdir.
(Tahir Efendi bana köpek demiş ama aslında iltifat ediyor. Çünkü benim mezhebim Maliki ve inancımıza göre köpek temizdir yani tahirdir.)
* İntihar eden yazarlar- Gogol- Virgina Woolf- Ernest Hemingway- Jerzy Kosinski- Yukio Mişima- Mayakovski- Jack London, Sylvia Plath, Stefan Zweig...
Karl Marx’ın kızı Jenny de kocası Paul Lafargue ile birlikte intihar etmiş.
Ziya Gökalp kafasına bir kurşun sıkmış ama ölmemişti.
* Zeki insanlar kurnaz olmaz, kurnazlar da zeki. Bu iki kavram arasında kesin bir zıtlık vardır. Einstein da kurnaz değildir, Mevlana da, Nietzsche de, Hz. İsa da. Herhangi bir salak kurnaz, bu büyük insanları iki dakikada kandırmayı başarabilir. Çünkü hem küçük hesaplara akılları ermez onların, hem de insanlıkla ilgili yüksek düşünceleri bu derece alçalmayı kavrayamaz.
Zeka, rüyaları büyük olan insanlara, kurnazlık ise ‘köşeyi dönmeye çalışan’ küçük insanlara özgüdür.
* Yedinci Gün, kendini kolay kolay ele veren bir roman değil. Okurdan büyük bir dikkat, zeka ve bilgi talep ediyor.
İhsan Oktay’ın okurlarına çeşitli tuzaklar kurduğunu, zeka yarışmasına girdiğini ve ‘Bakalım ne kadar anlayacaksın?’ diye kıs kıs güldüğünü görür gibiyim.
Bir örnek vereyim. Romanda, okuduğu bir ayet üzerine din değiştirerek Müslüman olan ayyaş bir Alman var. Cemaat, memleketinden ötürü ‘Aman Baba’ demeye başlıyor.
Niye ‘Aman Baba’? Dikkatsiz bir okur bu cümleyi okuyup geçebilir. Ancak romanı çözmeye çalışan birisi, Alman’ın niye memleketinden ötürü ‘Aman Baba’ya dönüştüğünü kavrayıp gülümseyebilir. Çünkü bir İslam babasına ‘Alman Baba’ denmesi yakışık almayacağı için cemaat bu ismi ‘Aman Baba’ya çevirmiştir. Ama kitapta bu anlatılmaz, ‘Memleketinden ötürü’ denilip geçilir. Bazı okurlar anlar, bazıları anlamaz.
* Belki size garip gelecek ama, hayatımda okuduğum en güzel otobiyografilerden birinin Trevanian adlı yazara ait olduğunu söylemek zorundayım. Edebiyat dünyasında çok kabul görmeyen bu büyük yetenek, ömrü boyunca kimliğini gizli tuttu ama ölmeden önce ailesini ve yoksul çocukluğunu anlattığı ‘İnci Sokağı’ adlı harika bir otobiyografi yayımladı.
* İnce Memed romanı yayımlandığı zaman, Behice Boran’ın aklı dağ başında yanan ateşe takılmış. Yaşar Kemal’e, kimsenin bulunmadığı o dağ başında ateşi kimin yaktığını sormuş. Yaşar Kemal’in Boran’a verdiği cevap, roman dünyasını ve kendi gerçeğini açıklar nitelikte:
‘O ateşi ben yaktım Behice Hanım.’
* Kalp, yürek, gönül.
İşte size üç benzer kelime. Bazı nüansları göz ardı ederseniz sanki biri ötekinin yerine kullanılabilirmiş gibi duruyor. Çünkü üçü de insanların kan pompalayan organını anlatmak için kullanılıyorlar.
Ama gelin bir de bunları tersine çevirmeyi deneyelim: kalpsiz, yüreksiz, gönülsüz diyelim.
Göreceğiz ki bu üç kelime birbiriyle hiç ilgisi olmayan apayrı anlamlara bürünmekte. Türkçe bilen herkesin kabul edeceği gibi kalpsiz ‘acımasız’, yüreksiz ‘korkak’, gönülsüz ise ‘isteksiz’ demektir.
Bu örneği Türkçeyi sadece Orta Asya kökenli kelimelerle sınırlı tutmak ve var olan birçok kelimeyi kullanımdan sürüp atmak isteyenlere karşı verdim.
*Atatürk dilin ahengine, tadına tuzuna dikkat ederdi. Hatta ‘muhakkak’ kelimesini ses olarak yetersiz bulup ‘muhakkaka’ olarak değiştirdiği ve vurguyu artırdığı bilinir.
* Unutmayalım ki okumak, yazar olmanın bir numaralı okuludur. Yazarlığın diğer dallar gibi okulu yok. Okumak zihninizi açıyor.
Kediler
* Yaşar Kemal’in Kale Kapısı’nda kesik kedi kafalarıyla dolu mağaradan çok korktuğu halde korkunun üstüne giderek mağaraya giren çocuk, bir psikolojik çözümleme şaheseridir.
* İslamda kedi ve köpek: Bilindiği gibi İslam’da kedi sevilir, köpek ise pis bulunur, sevilmez. Hz. Muhammed kedileri çok seviyor.
Hatta ünlü kedisi Müezza sedirde oturan peygamberin hırkasının üstünde uyurken, onu uyandırmaya kıyamadığı için hırkanın eteğini kestiği anlatılıyor.
Ona namaz kılarken saldıran bir yılanı alt eden kedinin sırtını okşadığı da anlatılanlar arasında. Bu yüzden kediler sırtüstü yere düşmezmiş.
Dört bin yıl önce evcilleştirilmeye başlanan kediler Mısır’da kutsal.