Başta Halk TV ve Tele1 olmak üzere muhalif televizyonlara ve gazetelere ceza üstüne ceza yağıyor.
Bir olay hakkında hangi gazetenin ne manşet atacağını, hangi yazarın ne yazacağını önceden biliyorsunuz. Objektif haber diye bir kavrama inanan kimse kalmadı.
Amerikalıların post-truth (hakikat sonrası) adını taktığı bu dönem, siyaset uğruna her haberin eğilip bükülmesine, her türlü manipülasyona, yönlendirmeye açık bir ortam.
Bir de halkı ve kamuoyunu yönlendirme iddiasında bulunanların önyargıları, duygusal tepkileri, kafalarına yerleştirilmiş klişeler, tabular olduğu için bir fikri tartışma ortamı oluşamıyor.
Herkesin birbirini vatan hainliğiyle suçladığı bir dönemde hangi fikri tartışabilirsiniz ki?
Endazesi olmayan dillerin ifadesine göre ülkenin en az yarısı ‘vatan haini’.
Burada doğmuş, atalarını burada toprağa vermiş, yıllarca kamuya hizmet etmiş ve yetmiş yaşını geçmiş kişiler, nedense bir sabah uyanıp ‘vatan haini’ olmaya, vatanlarını satmaya karar vermişler (!) ‘Hadi hep beraber vatanı satalım’ demişler.
Ne garip bir psikoloji.
Bu dönem tarihte en çok Abdülhamit dönemine benzetilecek. Biliyorsunuz devr-i Hamid, sansür, jurnal, sürgün, hafiye yoluyla ‘istibdat’ dönemidir.
Sansürün nasıl akla ziyan boyutlara ulaştığını anlatmak için ‘Kaplanın Sırtında’ kitabımdan birkaç alıntı sunmak istiyorum.
Murad adı yasak
Abdülhamid’in kardeşleri Murad ve Reşad isimleri ağza alınamazdı. O karanlık otuz üç yıl içinde bu yaygın isimler unutulmuş; kimse çocuğuna bu adları koymadığı, olanlar da değiştirdiği için buharlaşıp uçmuştu.
1904’te Bursa’da Muradiye Camii tamirden geçtikten sonra yeniden açılırken gazeteler Muradiye dememek için “Fatih Sultan Mehmed Han Hazretleri’nin pederlerinin camii şerifi” diye çetrefilli bir duyuru yolunu seçmişlerdi.
Var olan Murad isimleri Mirad’a, Reşad isimleri Neşed’e çevrildi. Bu iki kişiyi çağrıştırabileceği için kardeş sözü de kullanılamazdı.
Hasta sözü “Avrupa’nın hasta adamı”nı çağrıştıracağı için sakıncalıydı.
Suikasta uğrayan yabancı krallar, kraliçeler ve devlet başkanları mutlaka doğal sebeplerden ölmüş gibi yazılmalıydı. Kanlı suikastlarla İsa Peygamber’e kavuşan Fransa Cumhurbaşkanı kalp krizinden, Avusturya İmparatoriçesi nefes darlığından, Amerikan Başkanı şirpençe çıbanından ölmüşlerdi. Bazen, Sırbistan Kralı ve Kraliçesi gibi iki kişi birden suikasta kurban gittiğinde buna da bir çare bulunur, bu örnekte olduğu gibi hazımsızlıktan öldükleri yazılırdı. Zavallı Kral ve Kraliçe ne yemiş olmalılardı ki ikisi birden hazmedemeyip öteki dünyayı boylasın?!
“Dinamit” denemez, “isyan, sosyalizm, nihilizm” kelimeleri herhangi bir metinde geçemezdi. Bu iş öyle noktalara gelmişti ki zavallı bir İstanbullu ramazan günü bakkaldan yüz dirhem yıldız şehriye istediği için sürgüne gönderilmiş, adam bir daha dünya gözüyle memleketini görememişti. Çünkü “yıldız” kelimesi sarayı çağrıştırdığı için yasaktı.
Potemkin zırhlısı
Karadeniz’de dolaşarak çeşitli limanlara uğrayan, Rus Çarı’nın bile başa çıkamadığı isyancı Potemkin zırhlısını takibe aldırmıştı. Bu isyancı geminin Boğaz’dan içeri girmesi olasılığına karşı Boğaziçi maiyet toplarıyla ve mayınlarla korunuyordu. Bir savaş gemisinde isyan, Abdülhamid’in en korktuğu şeylerden biriydi. Allah korusun böyle olaylar bir kıvılcımla başlar, sonra büyüyerek yangına dönüşürdü. Osmanlı mülküne de sirayet etmesi an meselesiydi. Savaş gemileri Boğaz’dan sarayı topa tutarsa yapacak hiçbir şey kalmazdı. Her şey bir anda mahvolabilirdi. Neyse ki gemi İstanbul’a gelmedi, Köstence limanına giderek teslim oldu da Padişah rahat bir nefes aldı. Bu sefer de gemideki isyancı subaylardan bazılarının İstanbul’a geldikleri yönünde bir vehme kapılarak şehri karış karış taratmaya başladı. Bu arada Abdülkadir’i her gün azarlamaktan ve “Bak senin serseri komünistler ne işler karıştırıyor? Bunlara mı özeniyorsun?” diye nutuk atmaktan geri durmuyordu. Ama sansürlenen gazeteleri ve yabancı yayınları gizlice görme merakından kurtulamayan şehzade çeşitli yazarların babasını “Altı üstü tek bir gemiden korkan, Potemkin gelir de sarayı bombalar diye gece gündüz tir tir titreyen bir Padişah” olarak niteleyen yazılarını da okuyordu. Çünkü babası, amcasının zamanında dünyanın en büyük ikinci deniz gücü olan Osmanlı donanmasını, paranoya yüzünden Haliç’te çürütmüş, Osmanlı denizlerini savunmasız bırakmıştı. Potemkin gelirse diye Karadeniz kıyılarımıza bahriye nazırını yolluyor, “Ne isterlerse verin, bütün isteklerini yerine getirin, tek İstanbul’a dokunmasınlar,” diyerek yalvar yakar ifadeler kullanmalarını istiyordu. O yazarlara göre Sultan koskoca cihan devletini aciz hale düşürmüştü. Hatta bazı yazarlar babasının Potemkin olayından sonra “Bak, donanmayı ihmal etmekte haklı değil miydim?” dediğini ve Yemen’deki isyancıları korkutmak üzere göndermeye hazırlandığı iki savaş gemisinin emrini iptal ettiğini yazıyorlardı.
Burn-u Hümayun
Sultan’ın burun saplantısı, insan soyunun başlangıçtan beri yüzünde taşıdığı bir organın adı olan burun kelimesinin on yıllarca yasaklanmasına yol açmıştı. İmparatorluk dahilinde kimse burun diyemez, hiçbir yazar gazeteye böyle bir kelime yazamazdı. Sanki milyonlarca insan bir anda burunsuz kalmıştı. Topkapı Sarayı’nın bulunduğu sahilin adı olan “Sarayburnu” bile insanın başını belaya sokacak bir yerdi. “Sarayönü” gibi bir yeni tarif bulmak gerekiyordu.
İstanbullu anneler oğullarına gelin seçerken, çıplak görerek her yerini iyice bir muayene etmek amacıyla hamama götürdükleri kızları “Maşallah pek güzel, ağzı burnu hokka gibi,” diye övemedikleri için sadece ağzıyla yetinip “Maşallah öyle küçük ağzı var ki içine iki badem sığmaz,” diye yeni methetme yöntemleri geliştirdiler. Sonradan sonraya zenginliğe yetip de elâlemi küçük gören dangalak taifesine “Burnu büyüdü bunun da!” diyemez oldular. Artık kimsenin “burnuna kötü kokular gelemez”di, Galata Köprüsü’nde kimseler “burun buruna gelemez”di, hatta hiçbir ana-baba işaret parmağını burnuna sokup hap yapmakla meşgul çocuğunu “Burnunu karıştırma, ayıptır!” diyerek azarlayamazdı.
İmparatorluğundaki tebaanın en önemli konularından biriydi burun.
Gazoz suikastı
Bir keresinde Anadolu yakasından saraya doğru esen rüzgârlara Boğaz sularını geçerken mikrop bulaştırılacağı ihbarı yapılmış, bunun üzerine Padişah günlerce camları kapıları sıkı sıkı örttürmüş, anahtar deliklerini pamukla tıkatmış ve kapı dışarı adımını atmamıştı.
Bu ihbar hikâyelerinin en gariplerinden biri de Marsilya limanından İstanbul’a gelecek olan bir gemiyle ilgiliydi. Fransa’dan yapılan ihbar, o ülkedeki padişah düşmanlarının Zat-ı Şahane’ye suikast düzenlemek için bir fabrikaya özel olarak ceviz büyüklüğünde bombalar imal ettirdiği, bunları sandıklara yükleyerek Mesajeri Maritim şirketinin Nijer adlı gemisine yüklediği, bu sandıkların İstanbul’da gemiden çıkarılacağı, eğer bu plan işlemezse Karadeniz’de Samsun limanında teslim alınacağı bildiriliyordu. Bu ihbar sarayda ortalığı birbirine katmış, Zat-ı Şahane’yi çıldırtmaya yetmişti elbette. Fesadı önlemek için hemen bir paşa başkanlığında komisyon kurdurdu, Nijer gemisi Marsilya limanından sonra takip edildi, uğradığı her liman bildirildi, Akdeniz’deki bütün Osmanlı liman idarelerine telgrafla emirler yağdırıldı, gemiden çıkan her dengin mutlaka kontrol edilmesi sıkı sıkı tembihlendi.
Nijer, İstanbul limanına vardığında çevresi casuslar, memurlar, tüfekçilerle sarıldı. Kapitülasyon yasalarına göre gemiye girilip arama yapılamıyordu ama gemiden çıkarılan her şey iğneden ipliğe araştırıldı. Ne var ki bu titiz aramalar sonunda bomba sandığına benzer bir şeye rastlanmadı. Bunun üzerine bombaların Samsun’da karaya çıkarılacağından emin olan komisyon, aynı gemiye binerek bu liman şehrine gitti. İhbarın ikinci bölümüne göre yelek cebine konabilecek büyüklükte olan bombalar laz takalarıyla İstanbul’a getirilecek ve -Allah muhafaza buyursun- suikast gerçekleştirilecekti.
Sonunda komisyon saraya bir şifreli telgraf göndererek suikast silahını bulduğunu bildirdi. Samsun’da bir tüccara gelen mal, beyannamede asit karbonik olarak işaretlenmişti. Tüccar hemen yakalanarak İstanbul’a gönderildi, sandık da başka bir gemiyle İstanbul Boğazı açıklarına getirildi, Karadeniz’in Boğaz girişinde bir süre bekletildikten sonra içeri girerek Kız Kulesi açığına demirlemesi emredildi. Bir yandan da bombaların Zeytinburnu fabrikasında incelendikten sonra hepsinin denize dökülmesi talimatı verildi.
Fabrikada incelenen “bomba”ların gazoz yapımında kullanılan asit karbonik kapsülleri olduğunu bildiren rapora rağmen hepsi denize dökülerek yok edildi. Padişah da rahat bir nefes aldı.