Bir gün ulema, Sultan Abdülhamid’in huzuruna çıkıyor. “Cennetmekan atanızın İstanbul’u fethettiği günü bayram ilan edelim” dileğinde bulunuyorlar.
Padişah “Niye?” diye soruyor.
“Ehli İslam memnun olur padişahım” diyorlar. Abdülhamid buna izin vermiyor ve diyor ki: “İslam tebaam sevinsin diye Rum tebaamı mı üzeyim.”
Bugünün insanı için kavranılması zor bir cevap bu.
İnsanın her türlü hikayesi, belli bir zamanda, belli bir bölgede, belli koşullar içinde yaşanmıştır. Ve ancak o dönemle, o koşullarla bağlantılı biçimde kavranabilir.
Tarihi bilmek, nelerin nasıl yaşandığını, nelerin olup bittiğini anlamak, kuşkusuz, bugünü anlamak için gerekli. Fakat tarih, bugünün gözüyle anlaşılmaz.
Aslında herhangi bir tarihsel olayı anlamak, sadece onu değil, tarihin o sıradaki akışını anlamayı da kapsıyor.
Mesela Osmanlı Sarayı’nda kardeş katli çok konuşuluyor. Bugünün düşüncesiyle, “Kardeş öldürülür mü, evlat öldürülür mü?” diyorsun ama bugünün, bu ortamın konusu değil ki bu; imparatorluk merkezlerinin gerçeğine uygun yorumlamadan bu olaylar nasıl anlaşılsın?
Doğu Roma’daki kadar kardeş ya da evlat katliamı hiçbir yerde yok. Bütün bu örnekler, bu vahşi eylemi hafifletmez elbette ama metot bizi bir yanlış yorumdan korur.
Evli kardeşler
Önceki imparatorlukların çoğunda, kardeşler birbiriyle evlenirdi. Mesela Karya Kralı Mauselous kızkardeşi Artemisia ile evliydi.
Mısırlılar ve sonraki pagan imparatorlukları döneminde pek çok medeniyette kız kardeşlerle evlenirlerdi.
Şimdi buna ahlaksızlık dersen, rezalet diye yorum yaparsan, yaşadığın bu dönemin değerlerini dile getirmiş olursun. Oysa tarihsel bilgileri, kendi dönemi içinde yorumlamak gerekiyor.
Bugün öyle bir uygulamayı ensest diye nitelendirmeye engel bir şey değil bu. Ama o zamanki durumu bugünün gözüyle yargılamak, tarih bilimiyle hiç ilgisi olmayan bir tavırdır.
Dönemin özelliklerini çözmeden bir gelişmeyi, gelişmenin etkilerini kavramadan bir dönemi anlayamayız.
Örneğin, Fatih’in İstanbul’u ele geçirmesi gibi gelişmelerdeki ayrıntıları inceleyince o dönemin mantığı açığa çıkıyor.
İstanbul alındığı zaman şehrin her yanı yıkıntı halindeydi. Kentte sağlam bir yer kalmamıştı. İstanbul’u tahrip edenler, onca barbarlık yapanlar Haçlılardı. 1204’teki seferleri sırasında insanları
Ayasofya’da toplayıp ırzına geçiyorlardı, papazların kafasını kesiyorlardı. Katolikler, Ortodoksların memleketini yakıp yıkıyorlardı.
Önceki yüzyıllardan kalan yapılar, eserler, en çok da insanlar katlediliyordu. İnanılmaz bir zulümdü.
Oysa ne kadar büyük bir zenginlik vardı burada.
Eski canlandırmalara bakınca insan şaşırıyor.
Mese Yolu ve yüzlerce heykeli, o büyük caddeleri, o anıtları, hipodromu, binaları düşününelim. Görkemli bir şehirdi.
Venedik’te, San Marco Meydanı’nda replikası bulunan Quadriga Atları, o dört at heykeli de, İstanbul’dan götürülmüştü.
Aslı da halen Venedik’te bulunuyor tabii.
Yeryüzünün eşsiz bir şehriyken, 1200’lerde Haçlılar geldi, böyle bir medeniyeti yıkıntıya çevirdiler. Sonra şehri Katoliklerden geri aldı Ortodokslar.
Ne var ki, onca tahribatı telafi edemediler, şehri yeniden canlandıramadılar. Konstantinopolis, her tarafta terk edilmiş tarlalar, bakımsız yerler, boşluklar, yıkık kiliselerle harabe görünümü pek aşamadı.
Zaten II. Mehmet harekata başladığında, şehrin surlarında 7 bin asker vardı. Hepsi o kadar. Onların da bir kısmı Cenevizliler. Son İmparator Konstantin de oradaydı tabii, kahramanca çarpıştı son güne kadar. Savaşarak öldü.
Helen Oğlu Konstantin’in kurduğu Bizans, böylece sonunda bir başka Helen Oğlu Konstantin yönetimindeyken yıkıldı gitti.
İlginç bir tesadüf, isim benzerliği.
Osmanlı ele geçirdikten sonra şehirde o zamanın adetince üç gün yağmaya izin verildi. Ne var ki Fatih, olup bitene dayanamadı ve bu süreyi kısa kesti. Hani o istilacı kavimler, Moğollar, Haçlılar gibileriyle karşılaştırınca, bambaşka bir şey bu; savaş günlerinin devamı sayılan birkaç günlük ganimet ele geçirme süresi veriliyor askerlere.
Bu yıkık, bu harabe kent, Osmanlı tarafından yeniden hayata döndürüldü. Diğer şehirlerden ustalar getirildi, Bursa’dan gelmek istemeyen, inşaat işleri için zorla getirilen Ermeniler olduğu biliniyor.
Mimari zenginlik sağlayan camiler inşa edildi, köprüler, su kanalları, bayındırlık çalışmaları yapıldı. Şehri ihya etmeye çalıştı Osmanlı. Hatta Havariyyun Kilisesi vardı.
Bütün imparatorlar orada yatıyor. Fatih onun yıkıntıları üstüne Fatih Camii’ni yaptırdı ve kendini de oraya gömdürdü.
Geleneği devam ettirdi. Muhterem bir Ortodoks rahibin patrik olmasını sağladı. Bizans İmparatorlarının yaptığı gibi ona hilat giydirdi, kır ata bindirdi.
Zaman zaman o patrikle uzun sohbetler yaptığı bilinir. Çok iyi Rumca bilirdi, Homeros okurdu, Bizanslı tarihçi Sultan’ın Truva’ya gidip Akhilleas ve Hektor’un mezarlarını aradığını yazar. Fatih, imparatorluk tarihinin en ilginç simasıdır kanımca.
Bundan söz edince, Papa’nın mektubunu anmak gerek. “Hıristiyanlığı kabul edin, sizi derhal Doğu Roma İmparatoru olarak selamlayalım majesteleri” diye yazıyor. Zaten Fatih o unvanı almış kendine.
Kayzer-i Rum. Kayzer yani Sezar, Roma imparatorlarına denir. Rum da Roma’nın karşılığı. Yani Roma’nın Sezar’ı unvanı var Fatih’in.
Montaigne, Papa Pius ile Fatih arasındaki yazışmalardan söz ediyor. O yıllarda yaşamış bir entelektüel olduğu için, Montaigne’in sözleri önemli.
Yazdığına göre Fatih, Papa’ya “Papalık niçin bize karşı Helenleri tutuyor?” diye soruyor. “Oysa İtalya’yı, yıkılan Truva’nın insanları kurdu.
Sizin kökeninizde Truvalılar var. Truva’yı yıkanlar ise Helenler. Biz Truva’nın öcünü aldık. Hektor’un öcünü aldık” diyor. Atalarının öcünü alan insanları desteklemesini bekliyor Papalıktan.
Doğrusu yanlışı Montaigne’nin boynuna. Tüm bunlar, bu mektuplar, belgeler, bu bilgiler, o dönemi anlamaya, günümüz şartlanmışlıklarından kurtulup yaşananları kendi koşulları ve dönemi içinde yorumlayabilmeye fayda sağlıyor.
Fatih Sultan Mehmet’in türbesinin Havariyyun Klisesi ile aynı mekanda bulunduğunu hatırlatmıştım. Doğu Roma’nın başlangıcından beri imparatorların cenazesiyle ilgili geleneği devam ettirdi. Eşinin türbesi de oradadır; Gülbahar Hatun Türbesi. Gülbahar Hatun hiçbir zaman Müslümanlığa dönmedi. Fatih’in annesi,
İkinci Murat’ın karısı Mara Despina Brankoviç, Mara Hatun diye geçer, o da dönmedi. Topkapı arşivinde kayıtlı 1463 tarihli fermanında Fatih şöyle der:
‘’Anam Despina Hatun mahrusai Selanik‘te küçük ayasofiye dimekle meşhur olan manastırı ber veçhi şer‘i şerif satun almış, bu üzre şer‘i mektubu dahi….’’
Fatih’in eşi de annesi de Hıristiyan olarak öldüler. Hatta bu durumda hocalar ne yapacaklarını şaşırdılar. Padişahın hanımına Kur’an okumaları lazım ama Hıristiyan olduğu biliniyor, hiç gizlenmedi bu. Bir
Hıristiyan için nasıl Kuran okuyacaklar? Şöyle Türk usulü bir çözüm buldular. Pragmatik bir çözüm: Sırtlarını döndüler türbeye, öyle Kuran okudular.
Geçenlerde bu türbeleri ziyaret ettim. Gülbahar Hatun Türbesi’nin önünde bir takım hanımlar vardı. Rehberleri olduğunu her haliyle belli eden bir hanım, gruba “Bu öyle mübarek bir Müslüman hanımdır ki burada ettiğiniz her dua kabul olur” diyordu.
Zaten İstanbul’da dinsel kimliklerin birbirine geçtiğini biliyoruz. Bu da hoş bir şey. Yeri gelmişken ilginç bir anımı anlatayım.
Biliyorsunuz, Yunanistan’ın kuzeyinde Agion Oros bölgesi var. Dilimize Aynaroz diye girmiştir. Hatta Müsahipzade Celal’in Aynaroz Kadısı eseri meşhurdur.
O bölgede sadece manastırlar vardır, dünya Ortodoksluğunun hac mekanlarından biridir. Ruslar, Sırplar, Bulgarlar vs manastırlarını yapmışlar.
Bunlardan birinin adı Kutlumusiu’dur. Kutalmış Bey tarafından yaptırıldığı için bu ad verilmiştir. Ne ilginç değil mi? Bak şimdi daha da ilginç hale gelecek. Bu özerk bölgede sadece dünyadan vazgeçmiş keşişler yaşar.
Kadınların girmesi yasaktır. Dişi hayvan bile sokmazlar. 90’lı yıllarda bu bölgeye üç arkadaşımla birlikte bir ziyarette bulundum. Özel izinle girdik tabii.
Her gece ayrı bir manastırda ağırlanıyoruz. Bir gün yolumuz Simenopetra adlı bir manastıra düştü. Herhangi bir araç olmadığı için 4 saat bir dağa tırmandık. Manastırı yalçın kayaların tepesine kurmuşlar. Aşağı baktığında kayalara çarpan denizi görüyorsun bir de uçan martıların sırtlarını. Biraz korkutucu bir yer. Akşamüstü yorgun argın bir köşede duruyoruz. Garip bir ortam. Biraz sonra kara cüppesinin eteklerini yelpirdeterek bir rahip geldi. Livaneli siz misiniz dedi, evet dedim; kendini tanıttı. Rahip Porfirio imiş adı.
Meğer Yunanca yayınlanan Engereğin Gözü romanımı o gün bitirmiş, ah demiş bu adama sorularım var ama nerede bulup da soracağım. “Tam o sırada ziyaretçi defterinde adınızı gördüm, hemen koşup geldim. İşte İsa‘nın bir mucizesi daha” dedi.
Kaç yüzyıllık manastırda kitaplık ve kutsal emanetlerden sorumluymuş. Onunla birlikte kayanın içine oyulmuş büyük kitaplığa gittik.
Yüz bin cilt kitap var. Gülün Adı’nda yanan kitaplığa çok benziyor. Umberto Eco burayı gördü mü dedim.
Elbette dedi Porfirio, fikri buradan aldı. Sonra beline bağlı kocaman demir anahtarlarla eski bir kapının kildini açtı ve biz kendimizi kutsal emanetlerin iç karartıcı, karanlık dünyasında bulduk.
Porfirio, bu Hz Yahya’nın kol kemiği, bu çarmıhın ipinden bir parça, bu da çivi diye anlatıp duruyor. Onca eski kararmış emanetin arasında birden bir ferman gördüm. Ferman bizim bildiklerimize benziyor ama sol üst köşesinde bir başka parça var ve oraya yeşil bir el çizilmiş.
Avuçtan değil tersten görünüyor. Nefis bir resim. Heyecan içinde “Bu nedir?” diye sordum Porfirio’ya.
Anlattı, dedi ki: “Bu Sultan Mehmet’in fermanıdır. Üstteki deri parça da Halife Ömer’in Kudüs’ü aldığı zaman oradaki Ortodokslara verdiği din hürriyetinin belgesidir.’’
(İngilizce konuştuğumuz için privelege kelimesini kullandı, belki de ayrıcalık demek gerekir.)
Peki buraya nasıl geldi bu ferman dedim. Mara Brankoviç sayesinde dedi. Doğrusu o zamanlar Sırp Kralı’nın kızı, Murat’ın hanımı Mara Hatun’u biliyordum ama Fatih’in annesi olduğunu bilmiyordum. Anlattığına göre Mehmet daha şehzade iken, Mara Hatun Aynaroz’a haber göndermiş, ‘Şehzademin size karşı güzel bir bakışı var, şimdiden gelip şefaatine sığının, gönlünü kazanın’ demiş.
Aynaroz baş papazı hediyelerle ve bir heyetle gidip Şehzade Mehmet’in huzuruna yüz sürmüş.
Porfirio “Ve Mehmet sultan olunca bu fermana Halife Ömer’in deriye yazılı iznini yapıştırıp gönderdi ve bu ferman beşyüz yıl boyunca bizim din hürriyetimizi korudu.” Fermanın resmini de çekmiştim ama şimdi bulamıyorum.
Aynaroz’a gideceklere tavsiyem; Simenopetra Manastırı’na gidip eğer yaşıyorsa Rahip Porfirio’yu bulmaları, selamımı söyleyerek bu fermanı iyice fotoğraflamaları.
Önemli bir hizmet olur.