Bence sanatta yarışma olmaz çünkü spor gibi ölçülebilen bir şey değildir. Sanatta beğeniler, değerlendirmeler zamana ve algıya göre değişir. Bu konuda yüzlerce örnek verebilirim ama bana en çarpıcı geleni, Tolstoy’un birçok kez aday gösterildiği halde Nobel Ödülü’nü alamamasıdır. Başka bir şey söylemeye gerek var mı?
Artık sanat, özellikle de sinema önemli bir ticaret alanı olduğu için yarışmalar ve ödüller yoluyla insanların beğenileri yönlendiriliyor, beğeniler denetim altına alınıyor.
Oscar bu işin en en önemli vitrini.
Günlerdir bütün dünyada Will Smith’in tokadı konuşuluyor, gerçek olay mıydı, düzmece miydi diye. Bu arada o tokadın hemen NFT tarafından pazarlandığını söyleyelim. İşte metaverse dünyasında sanat.
‘’Sanatta yarışma olmaz!’’ fikrimi daha iyi anlatabilmek için başımdan geçen ilginç bir olayı anlatayım sizlere.
Avrupa film ödülleri
1990’ın Aralık ayındaydı. İskoçya’nın puslu güneşi altında, yer yer süt beyazlığındaki sislerle sarmalanan ve uçsuz bucaksız yeşil çayırların ortasındaki Turnberry Oteli kremalı bir pastayı andırıyordu. Odamdaki pencereden baktığım zaman, kuzey sahiline vuran dalgaları ve üstünde çığlık çığlığa yüzlerce martının dalış yaptığı bir deniz fenerini görebiliyordum.
Bu görüntü ne kadar Virginia Woolf ise, otelin içi de o kadar Agatha Christie idi. Victoria tipi eşyaları ve yüzlerce yıllık törelerin etkisiyle kazandığı kimlikle Turnberry Otel, Christie’nin, esrarengiz cinayetler işlenen şatoları gibiydi.
Ama daha önce size, bu otelde ne aradığımı anlatmam gerekiyor.
Bunun için de o yılın ekim ayına ve Berlin’e dönmeliyim. Avrupa Film Akademisi beni Avrupa Film Ödülleri için ön jüri başkanlığına seçmişti. Berlin’de on beş gün süreyle, günde dört film izleyerek elemeyi yaptık ve kararları imzaladık. Ödül töreni aralık ayında Glasgow’da yapılacaktı, büyük jüri de Ingmar Bergman başkanlığında Glasgow yakınlarındaki Turnberry Otel’de toplanmıştı.
O günlerde ödül sekreterliğinden aldığım bir telefon, Ingmar Bergman’ın bir ricasını iletiyordu: Büyük jüri başkanı olan Bergman, ön jüri başkanının çalışmalara katılmasını rica ediyordu, işte sisli İskoçya’daki gizemli Turnberry Otel’de bulunmamın nedeni buydu.
Glasgow Havaalanı’nda beni bir Jaguar karşıladı ve bir buçuk saat kadar gittik. Odama yerleştiğimde akşamüstü olmuştu bile. Yazı masasının üstündeki bir not, otele o gün varan jüri üyelerinin saat yedide, birinci kattaki misafir salonunda bulunması gerektiğini bildiriyordu.
Saat tam yedide oymalı ceviz kapının önündeydim, içeri girdim, şömine önünde oturmakta olan kadınlı erkekli beş altı kişi gördüm. Büyük arkalıklı, desenli koltuklara gömülmüşlerdi. Hiçbiri konuşmuyordu. Herkes gözünü şöminede çıtır çıtır yanmakta olan ateşe dikmişti. Fraklı bir garson konuklara Lagavulin marka tütsülü viski ikram etmekteydi.
Ocağa en yakın oturan kişi Ingmar Bergman’dı. Karşısında Hollywood’un efsane oyuncularından Deborah Kerr oturmaktaydı, onun yanında Jeanne Moreau vardı.
Girer girmez odadaki gerginliği hissettim. Lagavulinleri yudumlayan ünlü konukların bakışları bana döndü. Resmi tanışma faslından sonra ben de son boş koltuğa oturdum. Bir Lagavulin de bana verildi. Herkes sessiz sedasız birbirini süzüyor, göz göze gelince de hemen bakışlarını kaçırıyordu.
Derken Ingmar Bergman koltuğunda huzursuzca kıpırdandı, ufak ufak öksürdü ve “Durum biraz garip, değil mi?” diye söze başladı. Herkes başını sallayarak, “Yaa evet!” dedi.
Sıkıntıya sokmuşuz
Bergman devam etti. “Şu anda tam bir Agatha Christie sahnesindeyiz. Hani birbirini tanımayan kişiler, esrarengiz birinden mektuplar alır ve bir şatoda buluşurlar...”
Hafifçe gülüşmeler duyuldu. Galiba Jeanne Moreau, “İçlerinden biri cinayete kurban gider” dedi.
Ingmar Bergman koltuğunda ölü taklidi yaptı, sonra, “İçimizden kim kurban olacak?” diye sordu ve cevabını kendi verdi: “Herhalde ön jürinin başkanı!”
Bakışlar bir kez daha bana döndü.
“İyi ama Mr. Bergman” dedim, “Bu bir oyun gereği mi olacak yoksa suçlu muyum?”
Bergman, “Eh!” dedi. “Oyun ama doğrusu bizi çok sıkıntıya soktunuz.”
Ön jürinin kararlarından memnun kalmadıklarını duymuştum. Demek mücadele başlıyordu.
“Nasıl bir sıkıntı?” diye sordum.“İsterseniz şimdi sadece sohbet edelim. Yarın sabah baş başa konuşalım bunları” dedi.
Daha sonra sinema, televizyon, Hollywood ve starlar üzerine ilginç bir sohbet başladı. Bir zamanların yürek yakıcı güzeli Deborah Kerr çok yaşlanmıştı. Konuşurken sesi titriyordu.
Akşam yemeğinde anlattığına göre günlerdir heyecan içindeymiş. O büyük kuzey efsanesi Ingmar Bergman’la tanışma heyecanı onu çok yormuş.
Oysa Bergman da Deborah Kerr’la tanışacağı için heyecanlanmıştı. Buna bir de yolculuk fobisi eklenince iş çığırından çıkmıştı. Anlattığına göre günlerdir kusuyordu ve her gün bir sürü valium alıyordu. Şu sanatçılar!!!
O akşam yemekte havadan sudan ve çokça sinemadan söz edildi. Deborah Kerr’in rahat yürüyemediğini fark ettim. Koluna girip yemek salonuna götürürken ikide birde tökezlediğini hissediyordum.
Ingmar Bergman yemeklerini odasında yiyordu, ertesi sabah onunla buluştuk.
“Dünkü şakalarımı bağışlayın lütfen” dedi. “Ama gerçekten de beni çok sıkıntıya soktunuz.”
Nedenini sordum.
“Önce şu İsveç filminden başlayalım” dedi. “Ne yapacağımı şaşırdım.”
İsveç adına yarışan film, Susan Osten’in Koruyucu Melek’iydi. Ben filmi çok sevmiştim. Jürideki diğer arkadaşlar da sevince İsveç filmi sekiz dalda ödül adayı olmuştu. Bu da film için büyük bir başarıydı.
Bergman, “Ben bir İsveçli olarak bu filme ödül versem tuhaf kaçacak” dedi. “Eğer film ödül alamazsa daha da kötü. Siz İsveç’teki sanatçı çevreleri bilmezsiniz. Kıskançlığın, dedikodunun ve iftiranın ölçüsü yoktur. Filmi benim kötülediğimi sanacaklar.”
Bergman’a dedikodu ve kıskançlık bakımından Türkiye’nin de hatırı sayılır bir yeri olduğunu hatta İsveç’e ders verebileceğini söylemedim. Sadece, “Film değerlendirmelerimizde bir tek ölçü vardı” dedim. “O da filmin kalitesi ve bizi etkileme derecesi. Bundan başka bir ölçü olabileceğini de sanmıyorum, itiraf edeyim ki Koruyucu Melek benim en sevdiğim Avrupa filmi oldu.” Film Bergman tarzına aykırıydı, neredeyse Çehov atmosferi diyebileceğim bir ortamda çekilen, alıştığımız İsveç filmlerine hiç benzemeyen bir yaratıydı. Sonradan öğrendiğime göre Bergman yönetmenden nefret ediyormuş.
“Hem sonra bir şey daha var” dedi, “Alman filmini elemişsiniz. Oysa ben o filmi çok sevmiştim.”
İşte o noktada Bergman’dan kuşkulanmaya başladım. Konuşma tehlikeli sulara girmişti. Yarışmada Almanları temsil eden film, Abraham’ın Altınları adını taşıyordu ve son derece kötüydü. Berlin’deki ön jüri toplantısında bu filmi elediğimiz zaman Avrupa Film Akademisi yetkilileri çok rahatsız olmuşlardı. Çünkü Almanya bu ödüller için yılda üç milyon mark harcıyordu. Bu durumda kendi filminin katılamadığı bir yarışmaya para yatırmış oluyordu. Ayrıca filmin baş kadın oyuncusu Hanna Schygula “En iyi Kadın Oyuncu” adayları arasına girememişti. Kısacası durum Almanya açısından tam bir rezaletti. Bergman tam bu noktaya dokunuyordu.
Şikayet etmişler
“Siz filmi nasıl gördünüz Bay Bergman?” diye sordum. “Video kopyasını gönderdiler” diye cevapladı.
“Yani bizi şikâyet mi ettiler?” dedim.
Biraz bocaladı. Anlaşılan yarışmadan elenmeyi hazmedemeyen Alman yetkililer filmi Bergman’a göndermiş ve bu uyumsuz jüriyi şikâyet etmişlerdi.
“Siz” dedim, “Büyük bir sinema ustası olarak hepimize yol gösterdiniz. Ama ben bu filmde bazı şeyleri anlayamadım.”
Bergman’a filmden bazı sahneleri hatırlattım: Odaya gelip de on dört yaşındaki kızının ipte sallandığını gören Schygula’nın tepkisizliğinin nedenini sordum, intihar etmiş kızının cesedini bulan anne, lunaparkta gezermiş gibi eğlenceli bir ifade takınabilir miydi? İlginç olma dürtüsünün dışında hangi psikolojik amaçla açıklanabilirdi o sahne?
Bergman filmi savunmadı, hatta bana hak verdi. Sonra söz İngiltere’nin filmine geldi. Yarışma Britanya’da yapılıyordu. Glasgow ev sahibi şehirdi ve işe bakın ki asi jüri İngiltere’nin de filmini elemişti: Hem de anlı şanlı Peter Greenaway’in filmini.
Böylece festivale destek sağlayan iki büyük ülke, bir komploya kurban gitmişti. Jüri başkanı Ingmar Bergman’ın sıkıntısı da bu yüzdendi. Baskı altına alınmıştı, bana bu durumu iletiyordu ama ne yapmak istiyordu, şimdi bile bilemiyorum. Kararlar değiştirilemezdi. Bazı küçük ülkelerin sınırlı bütçeyle yaptıkları filmler ön elemeyi geçmişti. Oysa anlı şanlı yapımlar elenmişti.
Devrimci jüri
Ingmar Bergman işin içinden çıkamıyordu bir türlü. Haklı olduğumu açıkça görüyordu. Bir yandan da baskılara nasıl göğüs gereceğini bilemiyordu.
“Zaten bu işi hiç kabul etmemeliydim” dedi. “Ne zaman adamdan dışarı çıksam başım derde giriyor.”
İsveç’te Farö adlı küçük bir adası olduğunu biliyordum.
Oradaki gündelik yaşamını sordum.
“Kimseyi görmüyorum” dedi. “Kitaplar ve doğa bana yetiyor, bir de sinema... Eski bir değirmeni sinema salonu yaptım. İçine bir de film oynatıcı makine yerleştirdim. İsveç Film Enstitüsü durmadan film yolluyor. Her öğleden sonra saat üçte mutlaka bir film seyrediyorum.”
Turnberry Otel’de geçirdiğimiz üç gün boyunca, bir daha elenen filmler konusuna dönmedik. Bergman hep mide sancıları çekti, geceleri kustuğunu anlattı. Son gün bütün Avrupa televizyonlarıdan yayımlanan ödül törenine katılmadan İsveç’e döndü. Farö Adası’nın yalnızlığı, smokin giymiş filmcilerin suçlamalarından daha dinlendiriciydi kuşkusuz. Ama bu büyük ustanın o sabah bana söyledikleri içinde en ilginç olanı şuydu:
“En iyi kadın oyuncu ödülü için üç adayı da İsveçli yıldızlardan göstermişsiniz” dedi.
“Evet!” dedim.
“İşte bu beni mahvetti” dedi. “Çünkü üçü de eski sevgilim. Hangisini seçebilirim? Beni çok zor bir duruma soktunuz.”
Glasgow’daki ödül töreninde neredeyse suçlu ilan edilmiştim: İngiliz yönetmen Sir Richard Attenborough benimle tanıştırıldığında, “İngiliz filmini elemişsiniz, öyle mi?” dedi. “Evet” cevabım üzerine de, “Ama bu bir hakaret azizim, bu İngiltere’ye hakaret!” dedi ve sırtını dönüp gitti.
Jeanne Moreau ise her fırsatta, “İyi akşamlar sayın başkan!” deyip beni iğnelemeye devam etti.
Ödüller açıklandıktan sonra verilen yemekte ise salondaki bütün genç sinemacılar ayağa kalkarak bu “devrimci jüri”yi alkışladı.
Bu deneyimden sonra, uluslararası büyük ödüllerde nasıl etkiler ve yönlendirmeler olduğunu daha iyi anladım. Bir keresinde Venedik Film Festivali’nden dönen Peter Ustinov’la havaalanında buluşmuştuk. “Herkes dalavere peşinde!” diyerek kızgınlığını belirtiyordu.
İşte böyle; sanatta yarışma olmaz.