23 Aralık 2024, Pazartesi Gazete Oksijen
24.09.2021 04:30

Tarihte sıfır noktası var mı?

Serenad romanında Maya’nın subay abisiyle bir konuşması var. Şöyle: “Aramızdaki temel fark ne, biliyor musun? Sen insanlara baktığın zaman üniformalar, bayraklar ve din görüyorsun!” “Peki, sen ne görüyorsun bakalım?” “İnsan, sadece insan. Seven, acı çeken, acıkan, üşüyen, korkan bir insan.” Aile, arkadaşlık, sevdalı olma hali, siyaset, spor gibi hayatın her alanı, bize insan ilişkilerinin bir etki tepki meselesi olduğunu gösterir.  Newton’un “Her etkiye karşılık eşit ve zıt bir tepki vardır” diye özetlenebilecek yasası, insanlar ve toplumlar açısından da geçerli. Bir eylem başka bir eylemi doğurur, bir hareket zıddını yaratır.  Elbette tarihi de böyle okumamız gerekir. Özellikle yakın tarihte bir sıfır noktası belirleyip, her anlatıyı o noktadan itibaren başlatmak ancak ideolojik tarihçilerin işi olabilir. Gerçek bir tarihçi böyle davranamaz. Ama günümüzde tarih öylesine eğilip bükülüyor, öylesine istismar ediliyor ki gündelik siyasete bir dayanak bulma amacı taşıyan yaklaşımlarla, çocukların elindeki oyun hamuru gibi şekilden şekile giriyor.  Resmi tarih, gayrı resmi tarih, karşı tarih, ona da karşı tarih vs denilerek, ne diyeceği önceden belli bazı ideologların kavga alanına dönüşüyor. (Sözünü ettiğim kişiler bir Hobsbawm, bir Gadamer, bir İnalcık değil tabii) Galiba örnekler vererek durumu daha iyi anlatabileceğim:

UZAYDAN GELEN TEPKİLER

Bugünlerde izlediğim bir belgesel Ege’deki Rumların 1922’den sonra çektiklerini anlatıyor. Benim gibi; kim olursa olsun insan acılarına odaklanmış birisi için etkileyici sahneler, etkileyici tanıklıklar var.  Ama bu belgesel Türk ordusunun Ege kasabalarına giriş nedenini anlatmadığı için havada kalıyor ve konuyu bilmeyen bir gence yanlış  bilgiler verme tehlikesi taşıyor.  Tarihi “Birgün Türk ordusu girdi’’ sözüyle başlatırsanız, yani bir sıfır noktası alırsanız bu anlatı tarihten çok ideolojidir.  Ama eğer belgeselin başında, Birinci Harp sonrası Yunan ordusunun Batı’nın desteğiyle Anadolu’yu işgal ettiğini, Polatlı’ya kadar geldiğini ve savaşı kaybettiğinde çekilirken halka büyük bir zulüm yaptığını anlatırsanız olaylar yerli yerine oturur, “Terminatör Türkler bir anda saldırdı’’ gibi çocukça bir algı, yerini daha düzgün bir kavrayışa bırakır. Ve intikam duygusu içine sokulan askerlerin yaptığı karşılıklı zulüm daha iyi anlaşılır. Şimdi bazıları, “Ama İyonya ve Anadolu zaten Helen kültürüne ait topraklardı’’ derse, olayı Malazgirt’e kadar geri götürmek gerekir ki, bu durumda bütün dünyayı bin yıl önceki durumuna çevirmek gibi akıl dışı bir durumla karşılaşırız. Ayrıca bin yıl öncesinin de bin yıl, beş bin yıl öncesi var.  Bu bakımdan akılcı bir tutum, yakın tarihi ele almak ve etki-tepki kuralını hatırdan çıkarmadan soğukkanlı değerlendirmeler yapmaktır.

TATSIZ BİR ANI

Dediklerim daha iyi anlaşılsın diye tatsız da olsa bu anıyı aktarmak zorundayım. Serenad romanında yer verdiğim Struma gemisinin batışıyla ilgili bir toplantıya davet edilmiştim. Biraz önce yazdığım gibi yine insan hakları ve insan acıları bakımından böyle toplantılara onlarca kez katılmışımdır. Kurbanları Yahudi, Ermeni, Kürt, Çerkes, Rum diye ayırmam. Kurban kurbandır. Ama yakın tarihin çalkantıları içinde Müslüman Türkler de kurbandır.  İyi niyetle başlayan o toplantıda bazı konuşmacılardan sözlü ve sözsüz olarak yayılan nefret ifadesi beni irkiltti doğrusu. Anlam veremediğim bir nefretle konuşuyor ve ne bilime ne insafa sığacak biçimde Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Türk-Müslüman tebaanın çektiği acıları sıfırlayarak, sanki, uzaydan gelen terminatör katiller çevresindeki herkesi öldürmüş, yok etmiş gibi konuşuyorlardı. Sıram geldiğinde bu konuya değindim ve Osmanlı’yı parçalayan savaşın, imparatorluktaki bütün tebaanın korkunç acılar çekmesiyle sonuçlandığını, bunlardan bazılarını görmezden gelmenin doğru bir tutum olmadığını anlatmaya çalıştım. Hatta örnekler verdim. Eşimin Balkan harbinde yollara düşen ailesinin başına gelen bir olayı anlattım.  Bulgar hücumu karşısında aniden kaçmak zorunda kalan aile bir akrabalarının evine uğruyor, onları da almak için. Ama geç kalmışlar. Ana baba katledilmiş, kan revan içinde yatıyor, dolaba sakladıkları iki yaşındaki bebek çıkmış, anasının kan sızan memesinden süt emmeye çalışıyor.  Kurtarılarak İstanbul’a getirilen ve ömrü boyunca konuşmayan bu bebek, eşimin dedesi.  Benzer şekilde benim Artvin’deki (Livane Sancağı) atalarım da Rus ordusu tarafından katlediliyor. Bunları örnek olarak anlatıp, “Herkesin acılarını hatırlayalım, hepsine saygı gösterelim’’ dediğimde, bir konuşmacı “O sayılmaz!’’ demesin mi.  Sözümona “imparatorluğun hakim unsuruna mensup insanları öldürmek aynı kategoride değerlendirilemez’’ demek istiyordu.  Ama ben milyonlarca kişinin, sıradan halkın, insanların, kendi ailelerimizin çektiği acılardan söz ediyordum.  Toplantıdaki nefret o derece elle tutulur hale geldi ki, terk etmek zorunda kaldım.  *** Osmanlı Rus harbinde Erzurum’a kadar gelen Puşkin’in kitabına bakın: Bir tek düşmanlık ifadesi göremezsiniz.  Tolstoy Osmanlı esirlerinin tutulduğu kampı ziyaret eder, onlarla konuşur ve “Son derece iyi, Kuran okuyan, temiz insanlar’’ diye bahseder esirlerden. Hatta Sarıkamış’ta Ruslara eşir düşüp Sibirya içlerine götürülen Osmanlı subayı Ziya Yergök’ün anılarını okuyup, Rus halkı ve askeri için en ufak bir kötü kelime kullanmadığını görün. Savaşları anlatan Alman, Rus, İngiliz, Yunan yazarlar ‘insan’a bakarlar, kimseyi ‘düşman’ diye nitelemezler. Zaten sanatın yüceliği burada. (Mesela Albert Camus’nun “Bir Alman Dosta Mektuplar’’ını düşünün.) Ben yakın tarihe, evinde barkında işinde gücünde sıradan insanların çektiği korkunç acılar çerçevesinden bakıyorum.  Bu bakış Teşkilat-ı Mahsusa’nın ya da hükümetlerin suçlarını hafifletir mi? Elbette hafifletmez.  Ama unutmayın ki İttihat ve Terakki Cemiyeti bile başlangıçta ‘anasır’ı (unsurlar) birleştirmek amacıyla kurulmuştu. Adında bu yüzden İttihat var. Kurucular arasında Türk olmayanlar da vardı. Sonra kendilerini bir paranoyaya kaptırdılar ve bildiğimiz utanç sayfalarını yazdılar.

VE KIBRIS

Yine son dönemlerde okuduğum, Kıbrıs’la ilgili bir yazı, tarihi Türk Ordusu’nun çıkartmasıyla başlatıyor. Ne Nikos Sampson darbesi var, ne öldürülüp küvete atılan aileler, ne zulümler. Yani yine sıfır noktası. Ben o sorunların diplomatik yollardan halledilmiş olmasını tercih eden birisiyim. 74 çıkarması uluslararası alanda da Türkiye’nin başına çok büyük belalar açtı. Bu tavrıma rağmen Kıbrıs Türklerinin de Rumlarının da çektiği acıları gözardı edemem. Bu yüzden hep söylediğim gibi ‘Benim tek pusulam vicdandır’’ Fark burada. Not: Buna benzer eleştirileri yıllar boyunca resmi tarihçilere, ulusalcı kutuplara karşı da yaptığımı belirtmeye gerek yok sanırım. Yapıtlarım ve hayatım ortada. 
Zülfü Livaneli
Zülfü Livaneli