Yaş seksene yaklaştı. Ne devirler gördük ne devirler. Siviller, askerler, darbe öncesi, darbe sonrası dönemler, olağanüstü hal, kurulup bozulan koalisyonlar, İnönü-Menderes, İnönü-Demirel, Ecevit-İnönü, Ecevit-Demirel, Mesut Yılmaz-Tansu Çiller, Demirel-Özal, AKP dönemi, çatışma, kriz yaratan cumhurbaşkanlığı seçimleri, hapsedilen aydınlar, gazeteciler, faili meçhul cinayetler, yasaklar… Ömrümüz bunlarla geçti. İsimler değişti ama bize izlettikleri Ankara devlet tiyatrosunda sahnelenen oyun hiç değişmedi.
‘’Zor yıllar’’ yaşadık elbette ama en büyük zorluk neydi diye sorarsanız insan haklarını savunmak derim.
Kabile savaşları
İbn Haldun’un saptamasıyla bizim kültür, gelenek ve yaşamımıza egemen olan ‘’kabile savaşları’’ hem düşünce özgürlüğüne, hem de insan haklarına en büyük darbeyi indiriyor.
Gücü eline geçiren asker ya da sivil kabile, karşı tarafı anayasal güvencesi olan yurttaşlar olarak görmüyor ve muhalifleri temel insan haklarından yoksun kılmak için adalet kurumunu baskı altına alıyor.
Aslında sadece iktidarlar değil, toplumsal baskılar ve yanlış gelenekler de insan haklarını ihlal edebiliyor.
Bu baskılara karşı çıkan ve ezilen kesimlerin hakkını savunmaya çalışan aydınlara ise farklı suçlamalarla cehennem hayatı yaşatılıyor.
Özellikle Soğuk Savaş döneminde, Sovyetler Birliği’nin komşusu olan NATO ülkesinde yani bir ileri karakol ülkesinde, sol vicdanla hareket eden birçok aydın, komünist ajanı olmakla suçlanarak hapislerde çürütüldü, eserleri yasaklandı, öldürüldü, işkenceden geçirildi. O dönemin modası her muhalife ‘’komünist’’ demekti. İsmet İnönü’ye bile bu suçlama yapıldığına göre varın ötesini hesap edin.
Daha sonra idam edilen öğrenci arkadaşlarımızı savunduğumuz, işkenceye karşı çıktığımız ve öldürülen arkadaşlarımızın anılarını yaşatmaya çalıştığımız için biz de özgürlüğümüzden mahrum kaldık.
O askeri dönemin modası muhaliflere ‘’Şehir eşkıyası’’ ya da ‘’anarşist’’ adını takmaktı. Radyolardan durmadan ‘’Sayın muhbir vatandaş’’lara çağrı yapılır ve gördükleri şehir eşkiyasını ihbar etmeleri istenirdi.
Bu baskılar ‘’Atatürk’’ maskesi takarak yapılır, hapishanelerde durmadan marş çalınırdı. İnsan hakları ve adalet isteyen yurtseverler ise ‘’Atatürk düşmanı’’ olmakla suçlanırdı.
Barış çabaları da her zaman bir çeşit casusluk olarak görülür, insanları hapse atmak için bu bahaneye sığınılırdı.
Gel zaman git zaman “Atatürk düşmanı” olmakla suçlananlar ve bu yüzden acı çekenler, tam bağımsızlık ve laiklik ilkelerini savundukları için “Atatürkçü, faşist, laikçi” diye yaftalanmaya başladılar. Suçlamalar, Amerika’dan esen rüzgara göre tam tersine dönmüştü. Çünkü bir dönemler “Bizim Çocuklar” dediği askerleri destekleyen ve darbe yaptırtan Washington, onlardan vazgeçmiş ve Orta Doğulu bir Türkiye yaratmak için Atatürk mirasının yok edilmesine karar vermişti.
Artık, darbelerin zulmettiği ve hayatını kararttığı aydınlar Cumhuriyet’i savunduğu için bir kesimin dilinde (ve gazetelerinde) darbeci diye suçlanıyorlardı. Kavramlar tersine dönmüş ve dünün ‘’komünist’’ine ‘’darbeci faşist’’ denir olmuştu.
Katledilen masum Kürt çocuklarının haklarını savunduğunuz zaman ‘’bölücü’’, PKK’nın öldürdüğü çocuklarımıza, öğretmenlerimize sahip çıktığınız zaman ‘’Kemalist’’ oluyordunuz.
Savaş lobileri, barış çabalarını gömmek için azgın bir saldırganlık içine giriyor, ‘’vatan haini’’ gibi korkunç ithamları ardı ardına sıralıyorlardı.
Osmanlı Ermenilerinin derin acılarını anlama çabası da ‘’vatan haini’’ sayılmanız için yeterli oluyordu.
Aslında topluma yerleştirilmiş olan önyargılar da az buz değildi. Anadolu’nun, namusuna çok düşkün, eşinden başkasına bakanın ‘’yol düşkünü’’ denilerek aforoz edildiği Alevi toplumunu, ‘’mum söndü’’ yalanıyla bunaltmak belki de tarihin en uzun süren, en geniş iftira geleneğidir.
Yurtseveri hain, demokratı bölücü, Alevi’yi ahlaksız, solcuyu düşman ilan etmek bu ülkenin en korkunç alışkanlığı. Böyle bir ortamda hangi özgür düşünce yeşerebilir, hangi fikir tartışması yapılabilir. Karşılıklı suçlamalar, toplumsal uzlaşı ortamını yok ediyor.
Türklerin yok olmama mücadelesi
Şimdi daha hassas bir konudan söz edeceğim. Bence Kurtuluş Savaşı’nı savunmak da insan hakları kapsamında ele alınmalı.
Bugün devletin yaptığı binbir zulmü görerek haklı olarak itiraz eden insanlar, başlangıç döneminin farklı olduğunu düşünecek yeteneğe sahip olmalı.
Büyük devletlerin önce Rumeli’de korkunç bir zulümle yok ettiği, katliamdan kurtulabilen milyondan fazla Müslüman Türk’ün perişan halde Anadolu’ya canını attığı, Anadolu’nun da İngiliz, Fransız, İtalyan, Yunan orduları tarafından istila edilerek Türklere hayat hakkı tanınmadığı, işgal İstanbul’unda Türklerin yabancı subaylar tarafından sürekli aşağılandığı ve İngiliz başbakanının ‘’Bu barbar kavmi Orta Asya’ya sürmek lazım’’ diye konuşabildiği bir dönemde, ezilen Türk’ten yana olmak, faşizm vs değildi, emperyalizme ve zalim güçlüye karşı çıkmaktı. Bu haklı mücadele başarıldı ve Türkiye bağımsız bir cumhuriyet haline geldi.
O dönemde ‘’mazlum milletler’’ arasındaydık. Daha sonra birçok post-travmatik devlet gibi ezilenden, ezen statüsüne geçtik ve bu ceberrut devletin uygulamalarına haklı itirazlarımız yükseldi.
Bütün bunlar, ayrıntılarıyla ince ince düşünülmesi gereken, nüanslı konular. Toptan yargılarla, ön kabullerle, kabile asabiyetiyle ve kutuplaşma şehvetiyle çözülemez, hatta anlaşılamaz bile.
Türkiye, sadece siyasilere değil, biraz da düşünce ve bilim insanlarına kulak verseydi bambaşka bir ülke olabilirdik.
Ama sopanın ve paranın önemli olduğu toplumlar maalesef böyle gidiyor.