Cehaletin zafer kazandığı bir dönem bu. Sadece muhafazakârlıkla ilgili bir mesele de değil. Görüşlerin, kanaatlerin, bilgilerin gerçek anlamda bilimselliğe ve gerçek düşünceye dayanmadığı, anlama hevesinin iyice azaldığı, herkesin sürekli yorumlar yaparak birbirine saldırdığı bir dönem. Sanki, neden sonuç ilişkisiyle düşünmek, bilgileri karşılaştırarak, başka alandaki bilgilerle ilişkilendirerek düşünce üretmek, övülecek değil de dalga geçilecek özelliklermiş gibi tavırlar ortaya çıkıyor. Düşüncede derinleşebilmek, cahil olmamak sanki kötü bir şeymiş gibi. Eskiden, insanlar çevrelerindeki araştıran, inceleyen biri hakkında, olumlu konuşurdu. Bu halk daha iyi niyetliyken, öyle biri hakkında, “Adam vallahi okuyor, çok bilgili” diye konuşurdu veya “Ayaklı kütüphane gibi” derdi. Ama bugünlerde “Elit, halktan kopuk” veya “Boş işlerle uğraşıyor” gibi sözler ediliyor. Cehaletin övgüsü yaygınlaşmış durumda. Çok okuyan insanların akıl sağlıklarını yitirdiklerine dair bir inanç da var. Tek başına bu bile, okumanın, düşünmenin ne kadar bizim dışımızda bir eylem olarak konumlandırıldığını gösteriyor. Öte yandan, bunun sadece güncel bir sorun olmadığını görmek, umudu kesmemek açısından önemli. Aydın düşmanlığı da cehalet övgüsü de her zaman var olan bir sorundu. Daha önce de dönem dönem yükselip alçalan bir eğilim olduğuna göre, bu karanlık periyodun geçici olduğunu düşünebiliriz. Bir Nazi generali, “Kültür sözünü her duyduğumda elim tabancama gidiyor” dememiş miydi! Sonuç ne oldu? Ama hiçbir şeyi kendi haline bırakmamak, tek başına tarihin akışına güvenmemek gerekiyor.
POSTMODERNİZMİN AYDINLANMA DÜŞMANLIĞI
Aydınlanma karşıtı söylemleriyle postmodernizm de bu alanda büyük tahribat yarattı, üstüne üstlük gerici düşünceyle örtüştü. Cehalete, bilim karşıtlığına, Aydınlanma düşmanlığına, modernizme bu kadar sövgü dini ve muhafazakârlığı güçlendirdi. Osmanlı’ya baktığımızda, özellikle bir dönemden sonra, düşünmeye hiç iyi gözle bakılmadı. Felsefenin yasaklanması, bilimin, deneyin yasaklanması Osmanlı’yı bildiğimiz hale getirdi, paramparça etti. Fetihler, elde kılıç ilerlemeler bir yere kadar işe yarıyor, zaten bir yerden sonra o da mümkün olmuyor. Osmanlı’nın kötü gidişini önlemeye yönelik çabalar da hep bu konuda zaten. Batılılaşma çabaları, yönetim anlayışında reformlar, özünde bilim alanında gelişmeyi hedefleyen girişimlere dayanıyor. Buraya dikkat etmek gerek, bu girişimlere karşı çıkanlar her zaman ulema olmuştur. Ulemanın etkisinden dolayı itirazlar seslendirilmiştir. Padişahlardan bile güçlü bir ulema takımının varlığını, felsefeye, bilime, düşünen insana düşman bir kültürü görmek önemli. Daha doğrusu, bu kültürün o bileşenini yok sayamayız. Bugün Osmanlı özleminden söz edenler, kendilerini Osmanlıcı diye ileri sürenler, padişahlardan sempatiyle söz etseler de aslında o ulema takımının, düşünceye karşı olan bir kültürün devamı niteliğindedirler. Yoksa Osmanlı sarayı, hiç de onların iddia ettiği, onların sandığı gibi bir yer değil. FRANSIZCA OKUTAN TIP MEKTEBİ
II. Mahmud’un Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane’yi, yani Tıp Fakültesi’ni açış konuşması bu konuda kanıt niteliğindedir. “Siz bu mektepte Fransızca okuyacaksınız” diyor, “ama amacımız size Fransızca öğretmek değil. Tıp bilimini anlamak için Fransızca öğrenmek zorundasınız.” Padişah, yüzyılların ihmaliyle bizde tıbbın çok geri kalmış olduğunu anlatıyor. Ne acı! 11, 12 ve 13’üncü yüzyıllarda, tıp alanında önemli gelişmeler sağlayan bir İslam geçmişi var ortada. O dönemde, özellikle Bağdat dünya kültürünün zirvesiydi. İslam 13’üncü yüzyıla kadar dünya bilim ve sanatlarının öncüsüydü. Sonra kayboldu. Araya giren yüzyılların kaybını telafi etmek için II. Mahmud gibi bir Osmanlı padişahı bunları söylemek zorunda kalıyor. Çağdaş tıp terimleri Fransızca olduğundan Fransızca öğrenmek zorunda olduğumuzu anlatıyor. Zamanla biz de bilgiler üreterek, gelişmeler kaydederek yetişebiliriz, kendi terimlerimizi kullanabiliriz, diye umudunu dile getiriyor o konuşmasında. ABDÜLHAMİD BİLE…
Daha sonra Abdülhamid de aynı yönde sözler ediyor. “Benim tebaam içinde” diyor, tebaam dediği, Kafkasya’dan Afrika çöllerine, Adriyatik’ten Basra Körfezi’ne kadar geniş bir bölgede yaşayan bütün halklar, Hristiyan, Yahudi, Müslüman hepsi. “Benim tebaam içinde en geri kalmış olanlar Müslümanlardır” diyor. Özellikle Türklerin bu durumunu okuma yazma bilmeyişlerine bağlıyor. Yazının, kullanılan alfabenin çok zor olduğunu düşünüyor. “Bu yazı kolay öğrenilemez” diyor. Abdülhamid söylüyor bunu. III. Selimler, II. Mahmudlar, daha sonra gelenler, hepsi farkındalar bu durumun. Mesela deney yapılamıyor. Ulema karşı çıkıyor, linç ediyor! Ulema denen din adamları kesimi çok etkili. Bu da çok ilginç bir konu. Dünyada din ve bilim bir arada yürüyemeyecek iki uğraştır. Biri inanç alanı, diğeri şüpheye dayanan, deneye dayanan çalışmalar alanı. Bizde dinle uğraşanlara “âlim” diyorlar. Ulema zaten âlim sözcüğünün çoğulu, bilim insanları demek; bunlar Osmanlı padişahlarını da canından bezdirmiş. Halil İnalcık, değerli hocamız, Kadızadeliler Hareketi’ni inceliyordu. Bazen konuşuyorduk. 17’nci yüzyılda başlayan, padişahı, şeyhülislamı bile mürtet ilan eden bir hareket. Deneysel bilgiye şiddetle karşılar. Yine Abdülhamid’in anlattığı bir şey var. Bir deney yapmışlar, havasız kalan bir canlının ne kadar yaşayabileceğiyle ilgili. Güvercini bir kutuya koyup gözlemeye çalışmışlar. İsyan çıkmış. Biliyorsun bu kafalar rasathaneyi yıktı. Ulemanın çarpık kafasına göre gökyüzüne bakarken meleklerin eteklerinin altını izliyormuşsun. Öyle bir yerden geliyorsun ki, düşünceye düşman, bilime düşman, pozitif olan her şeye düşman; sadece kanıt aramayan inançlarla uğraşıyor. Cinler öyle mi gelir, böyle mi gider, nasıl cin kaçırılır? Japonlar ilk kez İstanbul’a geldiği zaman, aylar boyunca bunların, Kuran’da sözü edilen yecüc mecücler olup olmadığı tartışıldı. II. Abdülhamid devri gibi yakın bir zamanda zihinleri ve basını günler boyunca bu tartışma meşgul etti. Bazıları bunların yecüc mecüc olduğunu öne sürüyor, bazıları da Kuran’da bu yaratıkların bir duvarın arkasından geleceklerinin belirtildiğini söyleyerek itiraz ediyordu. Bu sefer ötekiler, deniz de duvar gibi yorumlanabilir diyorlardı. Bu arada skolastik baskıdan kurtulan, aydınlanma devrimi yaşayan Batı’da buharlı makinalar başlamış, hava gazı aydınlatmaları, şimendiferler, gelişmiş manifaktür üretimi, fabrikalar. Kültür ve özgür düşünce; üretime, dolayısıyla da zenginliğe dönüşmüş durumda. Düşünce özgür olmayınca, sanat olmayınca, üretim de gelişmiyor. Eleştiri mantığı gelişmiyor. Gerçeğe düşman bir anlayışın, eleştiriye ve muhalefete yaklaşımı nasıl olabilir ki? Sorunlardan söz edilmesine tahammül edemez. Bir sorunun varlığını değil, onun görünür hale getirilmesini, onun konuşulmasını dert eder. O nedenle eleştiriye tahammül edemez. Bizde kültür düşmanı, bilim, insan, düşünce düşmanı bir geleneğin varlığını çok uzun zamandır koruduğunu kabul etmek gerekiyor. Osmanlı padişahlarını da gerektiğinde deviren, asan, kesen, onların getirdiği yeniliklere karşı çıkan ve maalesef ulema diye isimlendirilen o gerici kesim hâlâ varlığını sürdürüyor.