Dünyaya gelmek ve var olmak bir mucizedir ama insanların çoğu bunu düşünmez. Dünyaya gelmiş olmalarını ve var oluşlarını çok doğal karşılar ve bunun sayılamayacak kadar çok parametrenin kesişmesiyle oluştuğunu akıllarına getirmezler.
O mucizeyi yok edenler, hatta bununla övünenler de ne yaptıklarını bilmezler. Ama düşünenler ve bilenler de vardır.
Ve bu insanlar zaman zaman “varoluş korkusu” denebilecek bir ruh ürpermesi içine girer, aynaya baktıkları zaman kendilerinin seçmediği yüzlerinin ne anlama geldiğini çözmeye çalışırlar.
“Ben” ne demektir? Var olmanın bir anlamı var mıdır? Var olmayan zaten var olmayı bilemeyeceğine göre, var olanın kendi varlığını kavraması bilinç midir?
Bilinç nedir? Beynin kimyasal bir fonksiyonu mu?
Yoksa bu dünyaya gelmiş olmanın bir amacı var mıdır? Niye, bir çocuk oluşturma potansiyeline sahip yüz katrilyon kere yüz katrilyon (yani sayılması mümkün olmayan çoklukta) sperm bu işi beceremezken, bir tanesi insana dönüşür?
Ve hangi nedenden dolayı o insan sizsinizdir?
Bir kere var olduktan sonra artık sonsuza kadar varsınızdır, var olmamış kategorisine geri dönemezsiniz.
Ölüm sizi bütünüyle yok edemez.
Çünkü en azından dünyanın fiziksel ve biyolojik varlığını mikro ölçüde de olsa değiştirmişsinizdir. Başka var olanların yaşamına etkileriniz olmuştur. Az ya da çok ama mutlaka.
Adınız
Sonra size, içine doğduğunuz kültüre, bölgeye, dine uygun bir isim verirler. Bu ad ve “ben” kavramı bütünleşir.
Doğduktan sonra verilen isim, varoluşunuzun bir parçası haline gelir. Ama bu gerçek değildir; bu ismi yirmi kere tekrarlarsanız yabancılaşırsınız. Alışık olduğunuz isim, yabancı bir sözcüğe dönüşür.
Böylece size konulan ismin yapay bir şey olduğunun, varlığınızın bir parçası olmadığının derin bilincini duyumsar, şaşırırsınız.
Bu varoluş ürküntüsünü içinde duymamış insan var mıdır acaba? Sanmıyorum. Bunu herkes ya rüyasında hisseder ya da yaşamının beklenmedik bir anında sebepsiz hüzünler ve korkular kaplar içini. Ama kimileri bunu bilince çıkaramaz. Bazıları da “Azrail yokladı!” der geçer.
Benim rastlantılar sonucunda var olmam sayesinde yazabildiğim satırları, yine rastlantılar sonucunda var olan siz okuyabiliyorsunuz; uzay ve zamanın sonsuzluğunda birbirinin yanından geçen iki küçük meteor gibi.
Bu yüzden herkesin yaşamı birbirine benzer. Eğer hatırlayabildiklerimiz ana rahmine kadar gitseydi, oradaki koşullarımızın, iyi ve kötü günlerimizin, üzerimizdeki baskıların, duyduğumuz boğuk seslerin, doğum kanalında çektiğimiz sıkıntıların, gördüğümüz ilk ışığın, ilk şeklin tarihini de paylaşabilir ve birbirimize ne kadar benzediğimizi anlayabilirdik.
Ama bunun yerine, beynimizdeki gri hücrelerin kaydedebildiği ilk günlerden itibaren başlatıyoruz öykümüzü. Oysa hayatımız, doğumla değil ana karnında bir gün kalbimizin atmasıyla başlar.
Var olmak da bir mucize, yoktan var olan iki embriyonun, basılı bir selüloz aracılığıyla düşünce ve duygu alışverişi kurması da.
Öğrendiklerim
Bütün bunlardan öğrendiklerime gelince:
Nâzım’ın “ölürken zeytin ağacı diken adam” örneği gibi, başkalarına yararı dokunacak şeylerin, en önemli hazine olduğunu öğrendim.
Mutlu olmaya çalışmanın hiçbir işe yaramadığını, bu duygunun ancak başkalarını mutlu etmeye çalışarak elde edilebileceğini kavradım.
Geçici ile kalıcı arasındaki farkı öğrendim. Hayatta ne kadar hata yaparsanız yapın, eğer zamana dayanan ve gelecek kuşaklara aktarılan eserler vermişseniz ayakta kalıyorsunuz. Benim kadar heyecanlı ve oradan oraya savrulduğu için çok yanlış yapan birinin hayatını besteleri ve kitapları kurtardı.
Şöhret ve mutluluğun ateşle kar gibi olduğunu öğrendim.
Biri ötekini azaltıyor ya da yok ediyor.
Kozmosta hiçbir büyüklük ifade etmeyen dünyamızın bir köşesinde yaşadığımız küçük hayatı çok önemsememeyi öğrendim.
İnançların, insanların ölüme karşı çırpınışı olarak tanımlanabileceğini kavradım ve o andan itibaren samimi dindarları eleştirmedim. Bu işi siyaset olarak kullananlara ise nefretim arttı.
Gerçek başarının bir yan ürün olduğunu öğrendim. Başarıyı hedeflerseniz onu kazanamıyor, unutup da kendinizi iyi bir iş yapmaya adarsanız geldiğini görüyorsunuz.
Moda fikirlerin, siyasetlerin ve sanat akımlarının sıfır olduğu konusundaki inancım pekişti. Çünkü zamanın bunları eskittiğini ama gerçek yapıtları koruduğunu gördüm.
En iyi yaşam biçiminin, düşman yaratmadan yaşamak olduğunu öğrendim. Sonunda onlarla baş edebiliyorsunuz ama ömrünüz paçalarınıza dolananları kovalamakla geçiyor.
Büyük sanatçıların sadece kendi yaratısıyla uğraştığını, kimseyi kıskanmadığını gördüm.
Dünyayı değiştirmenin ne kadar zor olduğunu öğrendim.
İnsanların, benim bir zamanlar düşündüğümden daha kötü olduğuna karar verdim.
En güzel düşüncenin bile siyaset alanına girdiği zaman çürüdüğünü, siyasetin bütün kavramları daralttığını ve yozlaştırdığını öğrendim.
Kentte büyümüş bütün memur çocukları gibi hayvanlara çok uzaktım ve onlardan korkardım. Sonra onlarla kucak kucağa yaşamayı öğrendim ve dünyamı zenginleştirdiler.
“Aşk imiş her ne var âlemde” dizesinin ve “Sevda sevda derler behey erenler / Bilmeyene bir acayip hal olur” dizelerinin derinliğini kavradım.
İnsanoğlunu bu kadar çılgın bir tür haline getiren ve birbirine kıymaya götüren itkinin, öleceğini bilen tek canlı olmasından kaynaklandığını anladım. Diğer canlılar gibi bu bilincimiz olmasaydı, daha iyi bir dünyada yaşardık.
Bilgeliğin bilgiden çok daha önemli olduğunu yüreğimin derinliklerinde duydum.
Milyarlarca insanı hareket ettiren temel itkilerin; onların beslenme ve üreyerek türünü devam ettirmeye programlanmasından kaynaklandığını görünce insanları çok aciz buldum. Bu koşullanmaların ötesine geçen büyük mutasavvıf, filozof ve şairlere ise hayranlığım arttı.
Dünyanın geleneğinde sanat diye bir sığınma limanı olmasaydı, intihar edebileceğimi hissettim.
Müziğin, ebedi sessizliği yırtma çabası olduğunu kavradım.
Dünyanın, dönüşü sırasında Si notası çıkardığı söylenir. Galiba en kalıcı ve en güzel ses, bu uzun Si sesi.
Ötesi, cılız çırpınmalar.
Makamıyla, parasıyla, şöhretiyle övünenler beni güldürmeye başladı.
Kafamı çekmecelerden, kategorilerden arındırabildim. Bütüncül bir görüş edindim.
Spinoza’nın ‘’doğa’’sıyla Einstein ve Tesla’nın ‘’enerjisi’’nin, İbnül Arabi’nin vahdet-i vücud ve tasavvufun ‘’tecellisi’’ ile aynı kavramı dile getirdiğini anladım.
Sonunda “ben” dediğim varlığın, kozmik sonsuzlukta bir an yanıp sönen bir ateşböceği bile olmadığını öğrendim.