23 Aralık 2024, Pazartesi Gazete Oksijen
31.12.2021 04:30

Yabancı düşmanlığı

Son günlerde göçmenler konusunda dehşet verici haberler birbirini kovalıyor: İzmir’de üç Suriyeli genç uyurken üzerlerine benzin dökülerek yakıldı. Bir göçmen bıçaklandı, bir başkası vuruldu gibi haberler. Son olarak bir de Neonazilere benzeyen ırkçı bir örgüt çıkmış.   Bu arada göçmenlerden de suç işleyenler var.  İyice planlanmamış, düzenlenmemiş bir göçmen akını, hem gelenlerin, hem de bu ülke insanlarının acı çekmesine neden oluyor. Kaygılanmamak elde değil. Bu olaylar ister istemez xenophobia üzerine düşünmek gereğini doğuruyor. Bir dönem İsveç’te göçmen olarak yaşadığım için zaten temel düşünce ve yazı konularımdan birisidir yabancılık. Bu konuda doğayı gözleyerek vardığım sonuçları aktaracağım şimdi.  

Tavuklar, zeytinler

Karantina günlerinde bahçeye çıkabilmek, doğayı izlemek, hayvanları daha çok anlamaya çalışmak ferahlatıcı oluyor. Doğadaki günlük değişimler, her sabah ayrı bir görünümle sizi selamlayan bitkiler, şehir hayatında unuttuğumuz bir ölçek getiriyor insanın hayatına.  Denizde ve dağda yaşayanların kavrayabildiği başka bir orantı: Doğa karşısında insan.  Yan komşumuzda deve, manda, bir sürü köpek, her tarafa yayılmış tavuklar, koyun, kuzu gibi pek çok hayvan var. Bazen onları yakından izlemek, dokunmak, konuşmak bile apayrı bir boyut. Rahmetli babam Muğla Savcısı iken hafta sonlarını geçirdiğimiz; ata binmeyi öğrendiğim  Dalaman Yarı Açık Cezaevi günlerinden beri hiç tatmadığım bir mutluluk. (Cezaevi ve mutluluk kelimelerinin yan yana gelmesi bir garip ama sözünü ettiğim ve çocukluğumu hatırlatan bu çiftlik daha sonra yatacağımız cezaevlerine hiç benzemiyordu.)   Bizim de siyah, kırmızı ibikli tavuklarımız ve yüzümüze hiç bakmayan, mağrur mu mağrur, kibirli mi kibirli bir horozumuz var. Yanına gidince hep arkasını döner, insanla muhatap olmayı reddeder.  İşte bu kümeste xenophobia denilen tavrı birebir gördüm.  Nasıl olduysa tavukların arasına yanlışlıkla bir ördek yavrusu karışmış. Sarı tüylü, uzun boyunlu üflesen uçacak minik bir yavrucuk. Diğer civcivlerden biraz daha büyük ama öylesine kırılgan ki insan bakmaya kıyamıyor. Gel zaman git zaman ördek yavrusu da diğer civcivler gibi büyüdü. Tavuklardan çok daha irileşti ama sanırım kendisini tavuk sandığından hep onların yanındaydı. Aynı kaptan yemleniyor, su içiyorlardı, bir sorun yoktu. Ben de her gün uyum gösterme denilen mucizeyi izliyor, kendimce seviniyordum.  Sonra bir gün tavuklar yumurta vermez oldu. Yemeden içmeden kesilmemişlerdi ama suskun ve garip tavırlar içindeydiler. Bu durum bir hafta kadar böyle gitti. Sonra aklıma ördek geldi.  Tavuklar acaba ördeği yabancıladıkları ya da korktukları için mi yumurtlamıyordu? Biraz gözledim. Zaten artık ayrı ayrı duruyorlardı.  Tavuklar bir yanda, ördek bir yanda.  Bir gün ördeği kümesten aldım, onları ayırdım. Birkaç gün sonra tavuklar şakır şakır yumurtlamaya başlamaz mı! İbret al deli gönlüm dedim, demek ki hayvanlarda da bir yabancı düşmanlığı, tanımadığı bir cinsi yadırgama, ondan korkma içgüdüsü var. Hayvanlar kendi cinsleriyle sürü halinde yaşıyorlar. Bazen kedi-köpek dostluğu vs gibi iç açıcı haberler okuyoruz ama başıma gelen birkaç olaydan sonra ona da pek güvenmem. Bir gün kediyi boynu kırılmış halde bulabilirsiniz.  İyi ama bu işin ibret alınacak yanı neresi? İnsan soyunun binlere yıllık mücadelesi kendini hayvandan ayırmak, başka bir bilinç düzeyine yükselerek insana ait özellikler ortaya koymak değil mi? Doğada empati yok diye insanda da mı olmayacak? Bu bakımdan belki de insan olmanın ilk koşulu; hayvansal içgüdülerden kurtularak, hayatla kendisi arasına bilinci ve empatiyi koymaktır.  *** Şimdi gelelim ikinci örneğe: Bahçede birkaç tane Ege’ye özgü, yüzyıllara dayanmaktan gövdeleri yumur yumur düğümlenmiş, çok yaşlı insanlar gibi eklemleri şişmiş ama hala ayakta duran zeytin ağacı var. Kim bilir hangi padişah zamanında dikilmiş oraya. İnsan onlara elini sürünce bile huzur buluyor. Kos adasında bir ağaç var; iki bin beş yüz yıllık olduğu söyleniyor. Hipokrat bu ağacın altında ders verirmiş.  Kadim ağaçlarımız hala zeytin verdiği için yaşlı köylülerle sohbet ederken, bu ağaçlara nasıl bakmamız gerektiğini sordum. Hevesliyiz ya az da olsa zeytin alacağız, kendimizi zeytin-şarap-incir, adaçayı, kekik uygarlığının tam göbeğinde hissedeceğiz. ‘’Onlar bakım felan istemez’’ dediler. ‘’Emme bahçende incir ağacı vaaa mı incir.’’ ‘’Var’’ dedim. ‘’O zaman bişeycik olmaz. Gendi gendine verir’’ dediler. Orada öğrendim ki eğer zeytin ağaçları, incirle birlikte yaşamıyorsa zeytin sineği denilen bir zararlı, her şeyi mahvediyormuş. Her zeytinlikte mutlaka incir ağaçları bulunurmuş.  Zeytin tam olgunlaştığı sırada zarar veren zeytin sinekleri, aynı dönemde meyve veren incire gider ama zehirlenirmiş. İşte kadim bilgiler ve ağaçların kuralları böyle korurmuş zeytini. (Ağaçların kuralları mı olur demeyin. İşte böyle kuralları var.) Son zamanlarda, kültür akışındaki kopmalar nedeniyle bu gelenekten haberi olmayan köylüler incir ağaçlarını kesip bunun yerine kimyasal ilaçlama yoluna gitmişler. Ah her alanda belimizi büken çarpık ve yanlış modernleşme! Yani iki cami arasında bînamaz kalışımız. *** İşte iki örnek. Tavuklardaki yabancı korkusu ve ağaçlardaki bir arada yaşama, birbirine katkı yaparak hayatı zenginleştirme tavrı. Hangisi daha güzel diye sorulmaz bile. Bir ağaç gibi bilge ve olgun, bir insan gibi bilinçli olmak en iyisi değil mi? Ne de olsa ağaçlar tavuklardan daha bilgedir.   Gel de büyük Nazım’ı anma şimdi! Galiba insan olmak, özgür ve kardeşçesine bir yaşam ilkesini benimsemek ve uygulamakla mümkün.
Zülfü Livaneli
Zülfü Livaneli