ben çıplağım çıplak çıplak sevgi sözcüklerinin arasındaki duraksamalar gibi çıplak ve aşktandır tüm yaralarım benim İsyancıydı Füruğ Ferruhzad. Kadın ya da erkek, duyarlı insanların zor dayanabildiği hayatın zalimliğine karşı ayakta kalmaya çalışıyordu. Uzlaşmayı değil isyanı seçerek. Karanlık bir ayet gibi görüyordu kendini. İhanet eden sevgilisine, “Ne kadar da şefkatliydin sevgilim / Bana yalan söylerken” diyordu. Bu genç kadın, sonunda kendisini parçalayacağını bile bile tabuların üstüne gidiyordu. “Günah işledim lezzet dolu bir günah / alevli yangılı bir kucakta / günah işledim kinci, sıcak/ ve demirsi iki kol arasında” diye yazıyordu ve Şark toplumu, ahlaki temellerine saldırılmış gibi sarsılıyordu. Bazı insanlar dünyayı sarsmaya gelir zaten, kendilerini yakarak karanlığı ışıtırlar, sahte burjuva ahlakını yerle bir ederler, şiirin güzel ve duygusal söz söylemek ya da kafiye dizmek olmadığını bilir onlar. Felsefeyle şiirin buluştuğu noktada, gündelik sözcükleri başka türlü kullanarak bizi trajik olanla baş başa bırakırlar. O sihirli dizeler sanki hem içe hem dışa dönüktür. Bir yandan bizi kendimizle yüzleştirir, bir yandan da dünyanın sırrının açıklanış anına tanıklık ettiğimiz ürpertisini yaratır. Füruğ Ferruhzad şiirinin yüreğimizde durmadan yankılanıp durması, onun bize verdiği öğütten kaynaklanıyor. Kuşu unut diyor o, kuş ölür, uçuşu hatırlamaya bak sen. Biz de onun uçuşunu hatırlıyoruz. Bir otomobilin kanadını kırdığı narin kuşu değil belki de. Yalnız İran’ın, yalnız gizemli Doğu’nun değil belki de bütün kadınlığın sesidir Füruğ. Gül solar, kokusu kalır
Füruğ denilince aklıma onun akrabaları geliyor. Anna Ahmatova, Sylvia Plath, Nilgün Marmara, Tezer Özlü, Sevim Burak, Virginia Woolf; yani kanadı kırık diğer kuşlar. Hayatın kabalığına katlanamayan diğer Füruğlar. Hepsini o zarif uçuşlarıyla, gökyüzünde süzülen unutulmaz beyaz tüylerle anıyorum. Füruğ denilince aklıma, İran’ın gizemi geliyor; doğunun esrarı, toprak kaselerde içilen şarabın esrittiği ruhlar, olgun kırmızı nar, gülistan, hıyaban, İsfahan; seher vakti sendeleyerek eve dönen sakiler, hayatın sırrını bir vurup bin dinledikleri fağfur kaselerden öğrenen filozoflar, yediveren güller, şairler, Safeviler. Füruğ denilince aklıma Hafız geliyor. Belki o da şimdi, Hafız’ın kabrinde kanayan rengiyle her gün yeniden açan bir güldür diye düşünüyorum. Gülün açışı da kuşun uçuşu değil midir sonunda. Kendileri olmasa da gönülleri hoş tutan rayihaları yükselir semaya. Gül solar, kokusu kalır. Gülün kokusunu hatırlayalım biz, gülü değil, gül soldu. “Aşk arzusundandır yaraların” diyor, bülbülün dem çekmesi gibi hayattan mısra çeken Hafız-ı Şirazi. Evet diye cevap veriyor Füruğ Ferruhzad: Evet şair, elhak yaralarım aşktandır. Füruğ denilince aklıma, onu herkesten önce keşfeden ve bize tanıtan Onat Kutlar’ın dost gülüşü geliyor. Bombanın yok edemediği o sıcacık gülüşü hatırlarken, unutma ey divane gönül diyorum; Onat ölür geriye İshak kalır. O da Onat’ın kanat çırpmasıdır semada. Füruğ denilince, azrailin otomobil biçimine girerek canını aldığı Albert Camus geliyor aklıma. Bu azrail otomobiller Füruğ gibi, hep dünyanın derin anlamsızlığını duyumsayanlardan intikam almak için mi gelir diye soruyorum kendime. “Sonra Kuş uçtu yuva kaldı / Gökyüzü mavi kaldı” diyen Anadolu geliyor aklıma. Ve Füruğ’a “Fariğ olmam eylesen yüz bin cefa sevdim seni” diyen Şeyh Galib’in şiirini değiştirerek veda ediyorum. Fariğ olduk aşktan da hayattan da. Kimvurduya gitti aşkımız, faili meçhul değilse nefsi müdafaadır… Ellerimizdeki kelepçenin anahtarı sende Kavgamızın tek seyircisi bu şehir Tutunduğumuz tek dal içimizdeki isyandır. Söyle sevgilim sen söyle, Akan kanımızın hesabını kime soracağız? Kim toplayacak gözyaşlarımızı? Kim koyacak sevgiyi içimize? Gittik gittik gittik Acılara gittik Keşkelere gittik Ben sana sen bana gittik Sonra öğrendik ki dünya yuvarlak, kaldık. Sen bağıra bağıra ağlardın ben susardım Sen duvarları yumruklardın duvarlarında ellerinin izleri kan içinde Ben içime içime oyardım kendimi Sen çimenlere yatıp uyuyakalırdın Ben banklara tünemiş uykusuz Sen ot içerdin duman kusardın geceye Ben tek sigaralık ciğerimle öksürüklerde Sen aşka inanmazdın, sen inanmazdın Ben maviye inanırdım Boynumdaki yorgun damarların mavisine Beyaz dalgaları omuzlayan deniz mavisine Denizin bittiği yerde başlayan göğün mavisine inanırdım Bir de ensemdeki dövmeye inanırdım; “Kuş ölür sen uçuşu hatırla”