08 Temmuz 2024, Pazartesi Gazete Oksijen
05.07.2024 04:30

Yaşlı ağaç bana dedi ki...

İstanköy’de harika bir meydan, o meydanda 2 bin 500 yaşında görkemli bir çınar var. Ağacı hekimlerin piri Hipokrat dikmiş, gölgesinde öğrencilerine ders vermiş. Binlerce yıl sonra Hipokrat elbette yok ama ağaç duruyor ve artık kendisi ders veriyor. Çırpınan yapraklarıyla anlatıyor. Anlamasını, duymasını, görmesini bilene tabii...


Kuşadası’nın hemen karşısında Sisam (Samos) Adası var. 2 bin 500 yıl önce bu adada Helen’den ve İyonya’dan gelen filozoflar buluşup sanat ve bilim dalları arasındaki ilişkileri incelemişlerdi ve sonunda vardıkları kanı şuydu: Üst düzeyde bütün sanat ve bilim dalları birbiriyle ilişkilidir. Mesela matematik sessiz bir müziktir.

Hafta sonunda Yunanistan eski Başbakanı George Papandreu’nun davetiyle bizler de bu adada bir sempozyumda buluştuk ve Türkiye’den ve başka ülkelerden gelen çok sayıda konukla çağın sorunlarını tartıştık. Sempozyumun açılış konuşmasını Papandreu, Hırvatistan eski Cumhurbaşkanı Ivo Josipoviç ve bendeniz yaptık.

Bu konuşmaları özetleyemem ama söylediğim bir şeyi ve George’un cevabını aktarayım izninizle. Josipoviç’in aynı zamanda besteci olduğunun belirtilmesi üzerine dedim ki: “Aslında sanatla siyaset çok zor bir araya gelebilen meslekler. Çünkü siyasetçi, gereken sözü gereken zamanda söyleyen, gerçek duygularını saklayabilen birisidir, sanatçı ise yüreğinde ne varsa ortaya dökme ihtiyacı içindedir hep. Bu açıdan başı sık sık derde girer.”

Bunun üzerine George da bir Patras anısını anlattı. Yazlık ve günlük bir kıyafetle gittiği için “Makamınıza bir takım elbise, bir kravat ve siyah bir Mercedes yakışır” demişler. O da “Beni böyle kabul etmezseniz gider bir kıyıda taverna açar gitar çalarım” demiş.

Bunun üzerine, gülüşmeler arasında dedim ki: “Aman George bana da haber ver, gider beraber çalarız.”
Dedesi ve babası da başbakan olan, kendisi de başbakanlık, dışişleri bakanlığı ve Sosyalist Enternasyonal başkanlığı görevlerinde bulunan sevgili George Papandreu’nun mütevazı ve hakikate dayalı kimliği, siyasetçilerin güç gösterisi olarak kullandığı şatafata hiç başvurmadı. Ne mutlu ona. Çünkü makam değil, şahsiyet önemlidir.

Aynı akşam Samos’un başka bir meydanında bir edebiyat festivali vardı. Açılış konuşmasından sonra hep birlikte oraya geçtik. İsveçli gerilim yazarı Arne Dahl konuşuyordu. Orada beni Schubert’in Serenadı ile karşıladılar ve Yunanca’ya çevrilen kitaplarım üzerine bir sohbet yaptık, kitapları imzaladık. Bu arada son çevrilen kitabın konusu olan Sultan Abdülhamid’den ve onun polisiye roman, özellikle de Sherlock Holmes düşkünlüğünden söz ettik.

Ve Hipokrat Ağacı...

Bodrum’un karşısında, yarım saat uzaklıkta Yunanistan’ın bir adası var: Onlar Kos diyor, biz İstanköy. Aslında bu isim de İstanbul gibi bir değişim yaşamış. Stin Poli (Şehre) sözünü İstanbul’a çevirdiğimiz gibi Stin Ko’yu da İstanköy’e dönüştürmüşüz.

Zamanında bunca ismi değiştirme işi kimlere verildi acaba? Yoksa halk kendiliğinden mi bütün Heraklion/Ereğli, Tripoli/Tirebolu, Kerasunda/Giresun, İkonia/Konya örneklerindeki gibi binlerce yerleşime yeni adlar verdi?

İstanköy’de bir meydan var. Yerleri eski usul çakıl taşlarıyla bezeli harika bir meydan. Buraya adımınızı atar atmaz çok ama çok güzel bir camiyle karşılaşıyorsunuz. Büyük, görkemli, dışı iyi korunmuş, yeni onarım görmüş bir cami. Bizim kıyılarımızda İzmir ve Antalya hariç bu görkemde bir cami yok. Caminin abdest alınan şadırvanı, meydanın ortasına düşüyor.

Ve tam orada onu görüyorsunuz, o görkemli ağacı, o abideyi. Gövdesi akılalmaz bir iriliğe ulaşmış, çok yaşlı insanların elleri gibi kıvrılıp bükülmüş olan kökleri topraktan dışarı fırlamış, dalları göğe ser çekmiş çınar ağacını. Artık yürüyemeyen bir insan nasıl koltuk değneklerine dayanırsa bu ağacın dallarını da demir kafeslerle desteklemişler. Çünkü çınar 2 bin 500 yaşında. Önündeki tabelada Avrupa’nın en yaşlı ağacı olduğu yazılıyor.

Bu ağacı hekimlerin piri Hipokrat dikmiş, sonra da yıllarca ağacın gölgesinde öğrencilerine ders vermiş. Bugün Hipokrat da yok, ondan binlerce yıl sonra bu camiyi yaptıran Gazi Hasan Paşa da. Ama ağaç duruyor. Yunanca’da çınara platanos deniyor. Geniş omuzlarıyla görkemli bir çınar gibi göründüğü için, o ünlü filozofa da hocası bu adı vermiş: Platon!

Araplar ve biz Platon’a Eflatun deriz. Kim bilir belki de filozofları morartma huyumuz yüzündendir bu.
Bu sefer Platon ve Hipokrat değil, ağacın kendisi ders veriyor. Anlamasını, duymasını, görmesini bilene tabii. Hafif rüzgarda çırpınan yapraklarıyla bana diyor ki:
“Ey gafil insan, ey şaşkın yaratık. Hayatta önemli olan şeyleri önemsizlerle değiştirerek günlerini harcıyorsun. Altını pulla değiş tokuş eden aptal bir sarraf gibisin sen. Bilmez misin ki insanoğlu hiç durmadan kavga eder. İktidar ve para uğruna birbirini öldürüp durur. Bugüne kadar öyle oldu, bundan sonra da öyle olacak. Sana ayrılmış olan kısacık ömür dilimini niçin bu kavgalara üzülerek geçiriyorsun. Acizsin evladım acizsin; hiçbir şeye gücün yetmez. İyi niyet bu dünyayı değiştirmeye yetmez. İnsan soyu delidir, evriminin bir noktasında beyin olarak sakatlanmıştır. İnsanların beyinleri, gövdeleri kadar gelişmemiştir. Bu yüzden bırak bu siyasetçilerin sonu gelmez hırslarıyla, kavgalarıyla uğraşmayı. İki insanın yüreğini ısıtacak bir ezgin varsa onu çıkar ortaya, bir çocuğu mutlu edecek hikâyen varsa onu anlat. Sonra da haddini bil. Dünyayı daha iyi bir yer yapmak falan gibi hayallere kapılma. Bak benim ayaklarımın dibinde ne cinayetler işlendi. Kaç kişi diri diri yakıldı gölgemin altında biliyor musun?”

Ağacın bu sözleri üzerine başımı öne eğdim. Sözlerinin haklılığını yüreğimin ta dibinde duyarak meydandan ayrıldım. Bu sırada öteki çınar Platon sanki kulağıma fısıldıyordu: “Ben ideal olarak tersini söylemiştim ama şu kuralı hiç aklından çıkarma. Bu dünyayı genellikle alimler değil, zalimler yönetir.”