24 Kasım 2024, Pazar Gazete Oksijen
Haber Giriş: 25.03.2024 12:00 | Son Güncelleme: 25.03.2024 12:06

Selen Baranoğlu: Biraz yavaşlamayı yarıştan diskalifiye olmak gibi görüyoruz

17 yıl boyunca devam ettirdiği akademisyenliğin yanı sıra yazarlığı da sürdüren Selen Baranoğlu, hem kitaplarıyla hem de medya üzerinden bizi sadelik, insan-eşya ilişkisi, tüketim alışkanlıkları gibi konular üzerine düşünmeye davet eden bir isim. Yeni kitabı Bazı Yararlar Yararlıdır ile gündemimizde
Fotoğraf: Instagram selenbaranoglu
Fotoğraf: Instagram selenbaranoglu

Ebru D. Dedeoğlu

Geçmiş bir daha ayak basmayacağımız uzak bir ülke midir? Yoksa bizi var eden, büyüten, besleyen, kimi zaman acıtan kimi zaman yaralarımızı saran anayurdumuz mudur? Dizkapaklarımızdaki çocukluk sızısını, bazen boşluğu tutan elimizi, kırılan kalbimizi, suya düşen hayallerimizi, olmamışlıklarımızı, yaşanmamışlıklarımızı ardımızda bırakıp kendimizi var edebilir miyiz? “Geçmiş benim” demeden güçlü olmak mümkün mü? İnsanoğlu için en önemli stres kaynakları çoğunlukla duygusal kaynaklı.

Bazılarının nedeni geçmiş bazılarının da şimdi. Hepimiz çözüm arayışındayız. Farkındalığımızı geliştirmek için pratik yapıyoruz, ruhsal durumumuzu izliyoruz, iç görümüzü geliştirmenin ve daha çok güvenmenin yollarını arıyoruz. Doğan Novus’tan yeni çıkan Bazı Yararlar Yararlıdır adlı deneme kitabının yazarı; bilinçli tüketim, sadeleşme ve sürdürülebilirlik konularında eğitimler alan ve eğitimler veren Selen Baranoğlu ile buluştuk ve bizi güçlendiren yaralarımızı, yaşam deneyiminin gücünü konuştuk.

“Şatafatsız bir minnet bile yeterli geçmişinden tekrar doğmak için”

Kitabını okurken ilk olarak aklıma şu soru takıldı. İnsan geçmişinden nasıl tekrar doğar? Eğer yaşadıklarından veya yaşayamadıklarından, kendine bir şeyler katıp yoluna devam edebilmişse doğar. Küçücük bir şey bile olabilir bu; bir ders, bir fark ediş, dudağın kenarına kondurulmuş hafif bir tebessüm, sessiz bir iyi ki, şatafatsız bir minnet bile yeterli geçmişinden tekrar doğmak için.

Peki, yaşadığımız dönemde hepimiz kaygı, endişe, sarmalında hayatlarımıza devam etmeye çalışıyoruz. Gelecek kaygısı huzursuz ruhlar üretiyor. İçinde boğulmaya başladığımız huzursuzluğun ve kendimize duyduğumuz ihanet hissinin nedeni nedir?

Sanırım 13 veya 14 yaşlarındaydım, hiç unutmuyorum, bir gün salondaki kanepede uzanmış tavanı izliyordum. Annem beni uyuyor sanıp üzerime battaniye örtmek için yanıma yaklaştı. Uyumadığımı görünce “Aaa, korktum! Uyumuyorsan burada ne yapıyorsun boş boş, kalk da kendine bir meşgale bul!” demişti. Niye ki? Ben orada boş durmuyordum ki, kendimle konuşuyordum, mutlaka bir şeyler düşünüyordum. İşte bu sorunun cevabı bu bana kalırsa.

Kendimizle sohbet aylaklık ya da delilik olarak mı görülüyor?

Evet. (Gülüyor) Kendimize yakınlaşma fırsatlarını aylaklık olarak görüyor ve bundan çok korkuyoruz. Sonucunda da kendimize uzak düşüyor ve boğuluyoruz huzursuzluk içinde. Hayat gailesi denilen çarkın içine kendimizi öyle bir kaptırıyoruz ki ruhlarımızı kaybediyoruz. Biraz yavaşlayıp kendimizle kalmayı yarıştan diskalifiye olmak gibi görüyoruz. Haliyle kendimize uzaklaşıp kalabalıklara yakınlaşıyoruz. Başkalarına iyi görünmek için, başkaları tarafından onaylanmak için kendimiz olmaktan vazgeçiyoruz.

Neden ilişkilerimizde çatışmadan kaçıyoruz? “Sonuç ne olursa olsun” uzlaşamamak da uzlaşmak değil mi?

Harika bir tespit bence, kesinlikle öyle. Öte yandan biz genellikle uzlaşmayı her şeye “evet” demek sanıyoruz. Oysa pekalâ kendimiz olarak ve karşı tarafın da kendisi olmasına alan açarak da uzlaşabiliriz. Fakat bu bir sorumluluk. Çatışmaktan kaçınmamızın ana nedeni de bu sorumluluğu almaktan korkmamız bence. Birbirimizi gerçekten anlamak için çabalamak yerine derine inmeden sadece anlaşmayı önemsiyoruz.

“Sürekli keşke diyerek geçmişin gölgesinden çıkamayız”

Hayatta birçok olumsuz olay yaşıyoruz. Kararlar veriyoruz. Karar vermek kadar sonrası da sancılı olabiliyor. Korkular, kaygılar ağır basıyor. Ve bazı duygular çevremizin de etkisiyle peşimizi bırakmıyor. Tam o noktada ne yapmak gerekiyor? Geçmişin gölge etkilerini yönetebilir miyiz?

Ah geçmiş! Onu günah keçisi yapıyor, tüm kanayan yaralarımızın faturasını ona çıkartıyoruz. Oysa buna gerek yok. Bana kalırsa bu sorunun cevabı ilk olarak “mağduriyet gömleğini” üzerimizden sıyırıp atmak. Evet, zor kararlar vermek durumunda kalmış olabiliriz. Evet, çok sancılı günler geçirmiş olabiliriz. Bundan hangimiz muafız ki? İnsan olmanın bir sonucu bu süreç. Sürekli keşke diyerek geçmişin gölgesinden çıkamayız ve onunla asla barışamayız. “Elimde ne kaldı?” diye bakarım ben hep. O zaman insan aldığı yaralar için şükredebilir bile, inanın.

Mağduriyetin gücü, politika dahil olmak üzere birçok alanda silah olarak kullanıyor. Bir nevi mağdurun gücü üzerimizde kullanılıyor. Neden? Sonuçta mağduriyetinin mağduru olmaz mı?

Mağdur edebiyatı diye bir şey var. Hep kurban rolünde olmak, hep başkaları yüzünden bir şeylerden mahrum kalmak, hep acı çeken, hep haklı ama ezilen olmak… Bir insanın bundan ne gibi bir kazancı olabilir, diye sordum Bazı Yaralar Yararlıdır kitabımda. Cevap basit: Konfor alanında kalıp başına gelenler için başkalarını suçlamak çok kolay. İğneyi kendine batırıp “ben nerede yanlış yaptım” diye sorgulamak yerine “Bana bunu yaptılar” demek kolayımıza geliyor.

Karar vermek tüm sonuçlarına rağmen özgürlüğe giden yol. Ancak aldığımız karara bağlı kalmak da o kararı değiştirmek için adım atmak da çok zor. Doğru ve yanlış da yoksa çıkış yolumuz nedir?

Doğru ve yanlış olaylara nereden, kimin gözünden baktığımıza göre o kadar değişkenlik gösterir ki. Mesela, ben burada senin sorularına cevap verdiğim için bir karar almış ve onun arkasında durmuş oldum. Bu, şimdiki ben için doğru bir karar. Fakat bir başkası için burada olmam yanlış olabilir. Veya iki sene sonra bana da yanlış bir karar olarak gözükebilir. Fakat şimdi ve şu an için doğru. O zaman arkasındayım. Başkaları yanlış da bulsa, birkaç yıl sonra bu bana da yanlış gelse asla pişman olmayacağım. Çıkış yolum bu; her şeyin değişebileceğini kabullenmek ve bununla barışmak.

“Kalbi uyandırmadan geleceğindeki noktaları birleştirmek sana yeni kapılar açmayacaktır.”  Kalbi nasıl uyandıracağız?

Mesela yeni bir güne uyandık. Bu müthiş bir şey, değil mi? Bir gün daha yaşıyoruz, yeni bir güne daha gözlerimizi açtık. Bunun değerini kaç kişi biliyor acaba? Çok değil bence. Otomatik bir şekilde uyanıyor, giyiniyor, hayat koşturmasına katılıyoruz her gün. Kalbin gözü kapalı. Kalp uyuyor, kalp hissetmiyor, heyecanlanmıyor. Bu şekilde devam etmenin kimseye yeni kapılar açacağını düşünüyorum. Kalp görmeli, çarpmalı; hayatta kalmak için değil, “Yaşasın! Yaşıyorum!” diyebilmek için. Kalbi uyandıran şey, neşedir. Hayatımıza neşe katan şeylerin kıymetini bilsek kafi.

“Kırılganlık bir savunma mekanizması bana göre”

“Kırık dökük yaşıyoruz hepimiz. Tüm parçalarımız birbirine umut bantlarıyla yapıştırılmış.” Bu kısma bayıldım. Kırılganlık da bir seçim mi? Kırılgan yapı da geçmiş travmalardan kaynaklanmıyor mu?  Değiştirme şansımız var mı?

Bazı insanlar mizaç olarak diğerlerine göre daha hassastır, bunu kabulleniyorum. Fakat kırılgan olmak bana kalırsa biraz da seçim gibi. Muhakkak ki geçmişte yaşanılanların etkisi vardır bu seçimde fakat kırılganlık bir savunma mekanizması bana göre. Bir çocuğun sevmediği bir oyundan “küstüm oynamıyorum” deyip birden çekilivermesi gibi. Biraz bencillik de var içinde. Herkes bizim beklediğimiz gibi olmak zorunda değil ki, ona kırıl, buna alın, her buluttan nem kap… O zaman ilişkilerimizde de derinleşemeyiz ki. Kırılgan olmayı bırakıp, kalbi korumayı seçebiliriz.

Özgürlük sorumluluk getirdiği için mi adım atmıyoruz ve kendi hayatlarımızın öznesi olmaktan kaçınıyoruz?

Özgürlük harika bir şey ama tamamen sorumluluk meselesi. Kendini taşıyabilmek demek, yaptıklarının arkasında durabilmek demek, kararlar alıp uygulayabilmek demek. Fakat en çok da kendine hesap verebilmek demek özgürlük. Bunu yapıyorsan, zaten hayatının öznesisin demektir. Gel gör ki zor iş. Yetişkin olabilmeyi ve kendini taşıyabilmeyi gerektiriyor.

Bazen kaybolmuş hissederiz. Suçluluk duygusu içinde kıvranırız. Onaylanma duygusu ile suçluluk hissi arasında bir bağlantı var mı?

Ben dışarının onayına ne kadar muhtaçsam, suçluluk hissim o kadar yoğun olur çünkü hep birilerini memnun etme, mutlu etme, birilerine kendimi sevdirme çabası içinde debelenirim. İç huzurum dışa bağımlıdır. Ne yapsam olmaz, ne yapsam biraz eksik biraz fazla kalır, beğenmezler, sevmezler ve ben kendimi sürekli suçlu hissederim. Oysa dışarının onayına bağımlı olmaktan kendimi kurtarıp önce kendi içimde kendimle huzur bulursam, işte o zaman o suçluluk duygusu içinde kaybolmam.

“Bir insanın kendini tanımasının en önemli adımı yalnızlığıyla barışık olması”

Çağımızın gereklilikleri, sosyal medya, insanı giderek yalnızlaştırıyor. Herkes kendi köşesinde dijital ortamlarda sosyalleşme peşinde. Yalnızlık duygusu en çok şikayet edilen konulardan. Hâlbuki çözüm basit. Yalnızlık duygusundan neden bu kadar korkuyoruz? Bize iyi gelen bir duygu değil mi?

Bir insanın kendini tanımasının en önemli adımı yalnızlığıyla barışık olması bana kalırsa. Ben kendimle başbaşa kalmayı çoğu zaman kalabalıklara tercih ederim. Evet, sosyal canlılarız ve bu gerçekten önemli fakat arada dış sesleri kısıp kendi iç sesini açmayı ve dinlemeyi de bilmeli insan. Ben dijital arkadaşlığın gerçek bir arkadaşlık olduğuna da inanmıyorum. Sosyal medya bir hapishane adeta, kendini orada sosyalleşiyorum sanıyorsun oysa yok öyle bir şey. Oradaki insanlar senin hayatında yoklar, gerçek değiller. Tercih edilmiş kasıtlı yalnızlık benim hayatımın olmazsa olmazı.

Kitapta en sevdiğim kısım "Akut Kalp Zehirlenmesi" oldu. Biraz bahseder misin?

Benim de en sevdiğim, en favori öyküm. Bana kalırsa var böyle bir şey, henüz tıbbi terminolojide olmasa da. (Gülüyor)

Bazı Yararlar Yararlıdır / Selen Baranoğlu / Doğan Novus / Deneme / 192 Sayfa