28 Mart 2024, Perşembe
Haber Giriş: 29.07.2022 04:30 | Son Güncelleme: 31.07.2022 09:40

Hangi Abdülhamid?

II. Abdülhamid ölümünün üzerinden 104 yıl geçse de hala konuşuluyor ve ülke gündeminde kendine yer buluyor. Toplumun bir kesimi tarafından “Kızıl Sultan” olarak nitelendirilirken diğer bir kesime göre “Ulu Hakan”. Padişah, Zülfü Livaneli’nin ‘Kaplanın Sırtında’ romanı ile tekrar gündemde
Hangi Abdülhamid?

Demokrasi talebini karşılamadı

Prof. Dr. Ali Yaycıoğlu

“Osmanlı’nın son döneminde demokratikleşme için, meşrutiyet için toplumsal bir talep var. Bu talep çok geniş bir kesimden geliyor. Abdülhamid bunu karşılamıyor. Oysa başlangıçta bunun sözünü vererek tahta çıkıyor. O zaman öyle bir tabir yok ama şimdi İslamcı olarak nitelendirebileceğimiz insanlar da Abdülhamid’i despot olarak tanımlıyor. Saltanatının son 10-20 yılında çok güçlü bir toplumsal muhalefet var. Abdülhamid bürokratik tekniklerle, sansürle, hafiyelikle kendini korumaya çalıştı. Toplumun çok geniş kitlede yankılanan anayasa ve özgürlük taleplerinin karşılanmaması despot imajını oluşturdu.”

Sonradan oluştu

“Ulu Hakan yakıştırması sonraki yıllarda ortaya çıkan bir ethos. Döneminde bazı tarikatların, İstanbul’da veya taşrada güçlü ailelerin onu desteklediğini biliyoruz. Ancak muhalefete karşı onu destekleyen, Abdülhamid’le gönül bağı kuran bir kesimin varlığından emin değiliz. Abdülhamidçilik diye bir şey o dönemde var mı, bilinmiyor. Sonrasında İttihat ve Terakki’nin II. Meşrutiyet’in ardından gerçekleştirdiği uygulamalarla bir Abdülhamidçilik beliriyor. Bunun ikinci dalgası ise 40’lar ve 50’lerde ortaya çıkıyor. Buna neo-Abdülhamidçilik demek daha doğru. Kemalizm’e benzer bir şekilde gelişen bir akım. Ulu Önder ve sonra Milli Şef’e karşı Ulu Hakan’ı sunuyor. Tarihçi olarak bu konuya toplumsal muhalefetin, Abdülhamidçiliğin ve neo-Abdülhamidçiliğin hangi koşullarda, nasıl ortaya çıktığına bakmalı.”

Modern anlamda halifelik

“Abdülhamid halifelik kavramını modern anlamda kullanıyor. Uluslararası diplomaside yaptığı manevralarda bu kavramdan yararlanıyor ve aslında bunun etkili olduğunu da görüyoruz. Çünkü hilafet kaldırıldığı zaman Endonezya’dan Arap ülkelerine dek İslam dünyasında bir tepki koyuluyor, bu dünyada bir karşılığı olduğu ortada. Ancak bahsettiğim şekilde ülke içinde destekçisi olan kuvvetli bir dalga var mı, bilmiyoruz veya üzerine çalışılmadığı için bunu henüz fark edemedik. Tarihsel şahsiyetleri dönemleri göz ardı edilmeden sağlıklı bir zemine oturtup değerlendirmek lazım. Fakat bizde olduğu gibi dünyada da şu an böyle bir eğilim var. Abdülhamid sahiden çok ilginç ve çok renkli bir kişilikti. Edebileştirilecek bir yaşantısı vardı. Zülfü Livaneli de bunu başarıyla yaptı.”

Abdülhamid son Roma imparatoru

Prof. Dr. İlber Ortaylı

“Sultan Abdülhamid 33 yıl hükümet etti. Darbe olmasa daha fazla edebilirdi. Sultan Abdülhamid, Abdülaziz’den sonra gerçek anlamda bir monark, kuvvetli bir iktidar sahibi olarak görünüyor. İyi bir diplomat. Kuvvetler arasında iyi bir denge oyunu oynamıştır. Bankerlikten ve finanstan haberi vardı. Bunu borçları ödeme sırasında da gösterdi çünkü maliye iflas ettiğinde Düyun-u Umumiye’nin kuruluş safhasında tahta geçmiştir. Bu şartlarda mutlak olarak sulhu tercih etmiştir. Yatırımlarını maarife, demir yoluna ve bazı sanayi kollarına vermiştir. En kötü tarafı denizciliği ihmal etmesidir.” 

Sistemsiz sansür

“Sansürü kudretsiz ve sistemsiz şekilde kullanmıştır. Rusya’daki gibi ön sansür kullanılıyordu ama bilgisiz kadrolar bu işi yerine getirmeye çalışıyordu. Düzgün istihbarat teşkilatı yerine dağınık hafiyeliği getirdi. Bunun sonuçları feci oldu. Midhat Paşa’nın Tuna vilayetinde kurduğu siyasi polisi örnek almalıydı. Türk unsurun irfan bakımından, okuma ve takip etme bakımından geri kalmasına neden oldu. Diğer unsurlar kendi dilleriyle, komşu dünyalarıyla irtibat kurabildi. Arap dünyası işgal Mısır’ından yönetildi. Yunanistan her zaman için dışarıyla irtibatı olan bir dünyaydı. Ermeniler için de bu böyleydi. Okullaşma oranı hızlanmıştır. Hastanelerin sayısı artmıştır. İstanbul’daki 1. Ordu hariç düzensiz maaş ödemesi dolayısıyla askerler de sivil erkan gibi büyük sıkıntı içindeydi. Dış politikada pasif davranıyor. Ermeni olaylarında çekiniyor. Özerkliği olan Eyalat-ı Mümtaze’de yabancıların denetimi karşısında da aynı şekilde davranıyor. Büyük bir imparator portresi çiziyoruz ama bu Kanuni değil, 4. Murad değil, hatta 2. Mahmud da değil...” 

Operet seyretmeyi sever

“Fakat şunu rahatça söyleyebilirim: Gayrimüslim milletlerin idaresi, onların elitleriyle ilişkisi bakımından son Roma imparatorudur. Avrupa’da hiçbir hükümdar onun kadar açık, tebaayla senyörce ilişkiler içinde olan monarklar değildir. Batı kültürünü iyi almamasına rağmen Batı kültürüne daha yatkındır. Padişah alaturka müziğe hürmet eder ama sevmez, bilmez. Ortaoyununu siyaset yapılır diye yasaklamıştır. Yıldız Tiyatrosu’nda operet seyretmeyi sever. Edebiyatta kriminal romanları tercih ettiği açıktır. Bugün çizilen tipte bir muhafazakar Müslüman halifesi de değildir.” 

Kanuncu padişah

“Hilafeti dış dünyada çok iyi kullanmıştır. Mağrip’te kendini hissettiriyor, Hindistan’da hissettiriyor, Cava’da hissettiriyor. Buralarda Türk konsolosları sık sık persona non grata ilan ediliyor. Çünkü yerli milletlerle bir faaliyetteler. Bazı yönleriyle Anadolu halkı Sultan Hamid’i tuttu. Kızıl Sultan ifadesi Ermeni olaylarından dolayı kendisine damga olarak vurulmuştur. Fakat Ermenilerin de burjuva kesimiyle iyi geçinirdi. İhtilalcilerin hoşlandığı biri olmadığı açık. Kızıl Sultan daha çok révolutionnaire komitelerin verdiği bir isim. Siyasi idamı yok. Sürgünle bitiriyor işleri. Çok tatsız bir sürgün politikası vardır ama devrin hükümdarlarına baktığınız zaman çok daha mutedil ve kanuncu bir padişah.”

‘İslam düşmanı’ bir Ulu Hakan!

Prof. Dr. Onur Bilge Kula 

“II. Abdülhamid hakkında söyleyebileceklerimi tarih biliminden çok yazın alanıyla, özellikle de değerli sanatçı yazar Zülfü Livaneli’nin son romanı ‘Kaplanın Sırtında’ ile sınırlandırmayı yeğlerim. Osmanlı egemenliği altında yaşayan halklar kendi ulus devletlerini kurmak için başkaldırdı ve yüzyılların getirdiği iç içe geçmeler nedeniyle büyük kıyımlar gerçekleştirildi. 1800’lere değin Anadolu’dan Balkanlar’a göçen ve orayı Anadolulaştıran topluluklar uygulanan kıyımlardan ötürü 1800’den itibaren yeniden Anadolu’ya yöneldi. Bu kez de Anadolu’yu Balkanlaştırdı. Bu da bir Balkan imparatorluğu olan Osmanlı’yı temelden sarstı ve kaçınılmaz olarak yıkımına yol açtı.”

Özgürlükten korktu

“Balkanlar’daki başkaldırılar Osmanlı yönetimini günden güne güçsüzleştirdi. Tek egemen olan padişah da erkini güçlendirmek için önlemler aldı. II. Abdülhamid 33 yıl süren egemenliğinde en fazla ‘özgürlük’ kavramından korktu. Özgürlükten bahsedenleri baskılarla susturmaya çalıştı. Özgürlük kavramını imparatorluğun parçalanmasının başlıca nedeni olarak görüyordu. İmparatorluğun parçalanmasını önlemek amacıyla gittikçe yoğunlaştırılan baskı yönetimi Balkanlar’ı yitirmeyi önleyemediği gibi Anadolu’nun düşünce yaşamını da köreltti. Özgür ve bilimsel düşünme yeteneği taşıyan insan tipinin oluşmasını önledi.”

Düşmanı dostundan çok

“II. Abdülhamid’in kuşku, korku, vehim ve güvensizlik ile çalkalanan iç dünyası, yazınsallaştırılmaya çok uygun bir malzeme. Romandaki deyişle ‘ihtilalciler, komitacılar ve Frenk yanlıları’ nedeniyle ‘kendi ordusunda düşmanı dostundan çok olan’ Padişah sürekli öldürülme korkusu ile yaşar; çünkü o dönemde hiçbir egemenin yaşamı güvende değildir. Bu durum, Padişah’ın ‘takıntılı kişilik’ olarak nitelendirdiğim iç dünyasını ve baskıcı yönetim anlayışını daha da yoğunlaştırır. Bununla birlikte kendini bir siyaset adamı olarak gören II. Abdülhamid gerilimleri, uzlaşmazlıkları ve çıkar karşıtlıklarını savaşla değil görüşmelerle çözme eğilimindedir. Kendi ifadesiyle Osmanlı tebaasını ‘denge ve adalet ile yaşatmaya’ uğraşır.”

Sultan da İttihatçılar gibi

“Abdülhamid bilime büyük saygı duyduğunu vurgular. Ülkeyi 33 yıl yönetmesine ve Müslümanlığı öne çıkarmasına karşın şeriatı aşmak kolay olmadığı için kadınları serbest bırakamadığını öne sürer. ‘İslam düşmanı’ diye nitelendirilmesini buna örnek gösterir. Kültürel ve toplumsal ilerlemeyi sağlamak amacıyla Batı tarzı reformlar yapmış, okulları modernleştirmiş, önceki dönemlerin iki misli yabancı kitap çevirisi yayımlatmış, kız okulları açmış, ülkeyi demir yollarıyla bağlamaya uğraşmıştır. Zülfü Livaneli’nin romandaki anlatımıyla, Selanik’te güçlenen muhalif subaylar, İmparatorluğun yüzünü Batı uygarlığına çevirmesini istemektedir. Enver ve Niyazi gibi subaylar önce Osmanlı halklarını birleştirecek, sonra da bu ülkeyi gelişmiş, uygar, sanayileşmiş, özgür bir ülke haline getirmek istemektedir. İşin garip yanı ‘mahpus sultan da’ böyle düşünmektedir.”

Ne Ulu Hakan ne Kızıl Sultan 

Eski Milli Eğitim Bakanı Prof. Dr. Hüseyin Çelik 

“Türkiye’de muhafazakar camianın başlıca özelliklerinden biri belli konularda reaksiyoner davranmak. Solcular ve Kemalistler tarafından Sultan Abdülhamid, Kızıl Sultan şeklinde nitelendirildiği için Necip Fazıl Kısakürek de buna reaksiyon göstererek Ulu Hakan sıfatını buldu. Biri tefrittir, diğeri de ifrat. Necip Fazıl merhumun ne denli iyi bir şair ise o denli kötü bir ideolog olduğunu söylemek gerek. Milli Görüş çevresinin tarih algısı Necip Fazıl ve onunla beraber bir merdiven altı tarihçisi olan Kadir Mısıroğlu’nca biçimlendirilmiş bir tarih algısıdır. Sultan Abdülhamid ne Ulu Hakan’dır ne de Kızıl Sultan. Sadece günahıyla sevabıyla Sultan Abdülhamid’dir.”

Türkiye’den fazla toprak kaybettik

“Sultan Abdülhamid’in 33 senelik padişahlığı döneminde imparatorluğun hiç toprak kaybı yaşamadığı en büyük yalanlardan biri. Döneminde kaybedilen toprakların büyüklüğü 1 milyon 600 bin kilometrekare civarı. Son yıllarda daha da çoğalan Abdülhamid aşıkları ona zerre kadar kusur yakıştırmamak için yalanlara inanıyor. Nefret edenler ise onun yaptığı iyi şeyleri yok sayıyor. Halbuki döneminde toprak kayıplarına ve maddi zorluklara rağmen önemli projeler de hayata geçirildi. Onun zamanında yapılan birçok hastane, postane, okul, hükümet konağı gibi eserler hala ayakta ve kullanılıyor. Sultan Abdülhamid’in eğitim, sağlık ve ulaştırma alanında kayda değer hamleler yaptığını söylemek gerekiyor.”

Tam bir istibdat dönemi

“Fakat bu projeler onun müstebit bir padişah olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Yaptığı projeler tabii ki önemliydi ancak bir ülkede hukuk, demokrasi, hürriyet ve hür basın yoksa o ülkede yapılan yollar, köprüler bir şey ifade etmez. İnsan mideden ibaret bir varlık değildir. Bir yönetim insanların midesini doyurup maddi refahını sağlasa bile onların aklına, ruhuna, vicdanına zulmediyorsa o yönetim ayak altına alınacak bir yönetimdir. Sultan Abdülhamid dönemi tam bir istibdat dönemiydi. İdaresi boyunca jurnallere itibar ederek çok insanın canını yaktı. Muhaliflerini sürmek Sultan’ın en çok başvurduğu cezalandırma türüydü. Kaderin tecellisine bakın ki, kendisi de muhaliflerince hem de sefil bir şekilde sürgüne gönderildi.”

Aydınlanma diktatörlüğü 

Prof. Dr. Taner Timur

“Abdülhamid’in rejimi hiç kuşku yok ki elbette despotik bir yönetimdi. Ama bununla birlikte bu rejim bütün otoriter tutumlarına ve eğilimlerine karşın ‘aydınlanma diktatörlüğü’ yönünde ögeler de içeriyordu. Örneğin Abdülhamid döneminde ressam ve müzeci Osman Hamdi Bey, tarihçi Cevdet Paşa, düşünür Ahmet Vefik Paşa, Tunuslu Hayrettin Paşa gibi sanatçılar ve aydınlar da devletin yönetim mekanizmalarında rol aldı, hatta iyiden iyiye ön plana çıktılar.”

Dindarlığı siyaset işi

“Dindarlığı konusuna gelindiğinde ise onun dindarlığı hakkında özel katipliğini yapan İsmail Müştak Mayakon’un ifade ettiği gibi ‘Bir ahiret işi olmaktan ziyade bir siyaset işi’ olduğunu görüyoruz. Aynı zamanda saltanat ve hilafet ikileminde de Abdülhamid için önemli olan ‘saltanat’, ya da yine Mayakon’un Yıldız’da Neler Gördüm kitabında ifade ettiği biçimde ‘nefs-i Hümayun’du.” 

Batı uygarlığı

“Batı uygarlığına, sanatına ve kültürüne hiç uzak bir yaşantı sürmüyordu. Ancak onun aksine kendisine sıkça göndermede bulunmasına rağmen günümüzde Tayyip Bey Batı uygarlığını, sanatı, ahlakı, ilmi ile bütünüyle bir istila aracı olarak görüyor ve toptan reddediyor. Durum bu; fakat neyse ki bir konuşmasında kendisinin de itiraf ettiği gibi Batı uygarlığı değerlerinin yerine Osmanlı şeriatçılığını koymaya da gücü yetmiyor.”

Kaybettirdiği 30 yılı çok aradık 

Sinan Meydan

“Abdülhamid çok zor bir dönemde imparatorluğu ayakta tutmaya çalıştı, başaramadı. Onun dönemi Osmanlı’nın tabutuna çakılmış son çivi olarak değerlendirilebilir. Kıbrıs kaybedildi. Akdeniz’de Osmanlı etkinliği tamamıyla sona erdi. Ege Adaları’nın kaybedilmesi de Kıbrıs’ın kaybıyla bağlantılı. Darbe korkusu nedeniyle donanma devre dışı bırakıldı. Haliç’te çürümeye terk edildi. Almanya lehine de olsa bir denge politikası izledi. Bu denge politikası izlenirken birçok taviz verildi. Bunu denge-taviz politikası olarak adlandırmak daha doğru. Çünkü ülkeleri dengelemek için tavizler vermek zorundaydı.”

Yerlilik ve millilik

“Almanlar diğer emperyalist güçlerle rekabet etmek için Orta Doğu’ya inmeye karar verdi. Abdülhamid tarafından Almanlara demir yolu imtiyazı tanındı. Sonra Ruslara da başka yerlerde demir yolu imtiyazı verildi. Dönemindeki demir yolu hamleleri önemlidir ama bu imtiyazlar söz konusu ülkelere 25-99 yıl arası bir süre boyunca çok geniş ayrıcalıklar sağlıyordu. Ülkeler demir yolunun çevresindeki 25 kilometrelik alanda ormanları kesebilir, maden çıkarabilir, tarihi eserleri kendi ülkelerine götürebilirdi. Öyle de oldu. Abdülhamid bugün yerli ve milli olduğunu öne süren iktidar için bir sembol ancak Abdülhamid döneminin yerlilik ve millilikle hiç alakası yok.”

Batı kültürüne tutkun

“Abdülhamid bugün İslamcıların inandığı gibi dinci bir kişilik değil. İslam’ı siyasal bir aygıt olarak kullanmak istiyor yalnızca. Bireysel yaşamı ise son derece modern. Batı kültürüne tutkun bir profil ancak bu Batılı yaşantı ve değerlerin halka herhangi bir yansımasını göremiyoruz. Sarayda portre farklı, Anadolu’da farklı. Saray tarafından özellikle tarikatlar eliyle o dönemde Anadolu’da Abdülhamid’in 7 evliya kuvvetinde bir padişah olduğu propagandası yapılıyor. Ancak saraydaki Abdülhamid bambaşka biri.”

Demokratikleşmeye darbe vurdu

“Osmanlı II. Mahmud döneminden beri Batılılaşmaya çalışıyordu. 1876’da meşrutiyetin ilanı önemli bir adımdı. Ancak 1820’lerde başlayan demokratikleşme sürecine en büyük darbeyi vuran da Abdülhamid’den başkası değil. Bu darbeyi 1878’de meclisi kapatıp anayasayı rafa kaldırarak vurdu. 1908’de II. Meşrutiyet’in ilanına dek bu demokratikleşme süreci adeta askıya alındı. Türkiye kaybettiği o 30 yılı çok aradı. 1923’ten sonra da bu kaybı Atatürk cumhuriyet devrimleriyle 15 yılda telafi etmeye çalıştı. Sansürle, baskıyla, jurnalcilikle ve hafiyeleriyle Abdülhamid aynı zamanda Türkiye’deki entelektüel hayatı da bitirdi.”