Sarı yaz (fonda Joe Dassin’in unutulmaz şarkısı L’été Indien çalıyor), İngilizler, Fransızlar için ekim-kasım aylarıdır, pek çok Akdeniz ülkesinde olduğu gibi bizim ülkemizde ise 15 Eylül’de başlar, Ekim sonuna kadar devam eder. Bu yıl, sarı yaza Kekova’nın büyülü denizlerinde adım attık. Benim için bir tür yaza veda töreni… 35 yıldır Kekova’ya geliyorum. İlk gördüğüm andan bu yana kendimi başka bir galaksideymiş gibi hissediyorum. Müthiş bir kokteyl… Hani bir kabın içine bir tutam lacivert deniz, benzersiz taş evler-taş merdivenler, görkemli bir dolunay, sempatik insanlar ve bolca tarih ekleyip iyice çalkalamışsınız gibi…
Zamana direnen Kaleköy…
Hem de ne direniş… Son arkeolojik bulgulara göre Kaleköy, yani Simena’da medeniyet MÖ 4’üncü yüzyılda başlıyor. Likya (Lykia) uygarlığı bu coğrafyayı öyle bir seviyor ki, Kekova iç denizi çevresinde 6 minik kent kuruluyor; Aperlai (Asar Koyu), Dolichiste (Batık Şehir) ve Teimiusa-Tristomon (hala aynı isimle yani Üçağız olarak anılıyor) büyükçe olanlar. Bir de iç denizin doğu ucundaki Gökliman kıyılarında Tyinda ve Istlada küçük yerleşimleri var. MS 2’nci yüzyılda, bir görüşe göre depremle, diğer bir görüşe göre denizin yükselmesiyle (transgerasyon) bugün dünyada eşi pek az görülebilen ‘Batık Şehir’ efsanesi ortaya çıkıyor. Deprem görüşü hayli yaygın, ama deprem olsa Batık Şehir’in limanı, evleri bir yıkıntı olmaz mıydı? Ayrıca turizm kartpostallarının vazgeçilmez görüntülerinden biri olan Kaleköy önünde denizin içinde duran kaideli lahit mezar… 2500 yıldır ayakta duran bu lahdin kaidesi, suyun altında 1.5 metre daha devam ediyor.
3 pansiyon, 2 restoran, 2 iskele…
35 yıl önce 3 pansiyon vardı Kaleköy’de, Ankaralı Nesrin Hanım’ın Bademli Ev’i en zarifi idi. Birkaç yıldır her gidişimde kapalı kepenkleri, artık damın üstünü kaplamış begonvilin önünde durup eski günleri anıyorum. Mehtap ve daha sonra muhtar olan Salih Can’ın Kale Pansiyonu ise oldukları gibi duruyor. Şimdi her ikisini de Salih ve İrfan’ın çocukları işletiyor. Bu arada 8 yeni pansiyon daha yapıldı. Yıllar önce her yaz 6-7 kere, her tatil fırsatında, arabamın bagajına koyduğum 3 metrelik şişme bot ve küçük bir dıştan takma motor ile Kaleköy’e gider, yamaçtaki Mehtap Pansiyon’da kalırdım. Odalar ahşaptı, tüm Kaleköy’de olduğu gibi su Demre’den piyade kayıkları ile tanklarla getirilir, dalgıç motorla yamaçtaki evlerin depolarına basılırdı. Mehtap Pansiyon’un önündeki terasta, bir Likya ev temeli üstüne yapılmış ahşap kulübede, ipini çekince tepenize su boşaltan bir teneke ibrik ile duş yapardım. İlk kez Kale Pansiyon’da kaldığımda ise gözlerime inanamamıştım. Üç duvarı da bir Likya evinin duvarlarıydı. Giysi dolabı olarak Likyalıların çeşitli amaçlarla kayaya yonttuğu nişleri kullanıyordunuz. O günlerde Kaleköy’de 2 restoran vardı. Biri Kale Pansiyon’un restoranı. Diğeriİsmail-Hasibe Demir’in kurduğu Likya Restaurant, kıyının tam ortasında ve hala favorim… Bugün belki 20 tane restoran-kafe var. 10-15 yıl önce Likya Restaurant’ın yanına açılan ilk iki restoranın ikisinin de ismi Hassan. Neden? İlk kez Üçağız’a gittiğimde oradaki en düzgün restoran Hassan’dı. Kendi çabasıyla İtalyanca, Almanca, İngilizce öğrenip tüm turistlerle iyi diyalog kuran bir balık ustasıdır, hatta şimdi de Rusça öğreniyormuş. Şöhreti uluslararası gezi rehberlerinde öyle bir yayıldı ki, Kaleköy’deki yeni restoranların ilk ikisi ‘Roma Hassan’, ‘Hassan Deniz’ gibi isimleri uygun gördüler. 35 yıl önce Kale’deki 2 restoranın iskelelerine Kaş’tan gelen günlük gezi tekneleri (3-4 tane) yanaşırdı. Son yıllarda belki 20 tekne Kaş’tan, 30 tekne Üçağız’dan çıkıyor ve günlük tur için Kekova’ya geliyor. Bu tekneler misafirleri Kaleköy’de kıyıya ve Kale’ye çıksınlar diye sırayla 4 restoranın iskelelerine ve 4-5 teknenin yanaşabildiği köy iskelesine yanaşıyor. Hal böyleyken Çevre Bakanlığı’ndan iskele sahiplerine bu yıl bir tebligat gelmiş. “İskelenizi sökün-yıkın” diyorlar. Neden? Bu iskeleler sökülürse gezi tekneleri Kaleköy önüne, yani tarihi mirasın tam da göbeğine, antik mendirek, su altındaki lahitler ve bina kalıntılarının tam üstüne çıpa atacak. Peki su altındaki bu tarihi eserleri korumak gerekmiyor mu? Neyse, bırakalım bu mantıksızlıkları, dönelim sarı yazın Kaleköy’üne, güzel konulara…
Kaleköy’de restorasyon süreci
Kaleköy, 1’inci derece tarihi SİT. Yeni bir adet çivi çakamazsınız. Uzun yıllar önce, galiba 1992’ydi, Kaleköy’deyim. Mehtap Pansiyon’da kalıyorum. Ve birden bire benim odanın önündeki terasta kıyamet koptu, bağrış-çağrış, perdeyi aralayıp baktım ki, teras iskemle masa dolu, büyük bir kalabalık toplaşmış…Köye kadastro gelmiş… Kıyamet 3 gün sürdü ve bitti. Kaleköy’deki, Likya, Rodos Şövalyeleri, Bizans, Osmanlı döneminden kalma 2-300 civarı bina ya da bina temeli 200 yıla yakın süredir bu bölgede meskun Yörükler adına tescilleniyor.O da ilginç konu: Kadastro memurlarıyla pazarlık masalarına kadınlar oturuyor, erkekler ise yan taraftan gidişatı izliyor. Neden? Çünkü geçtiğimiz yüzyıllarda, kuşaklar boyunca, mal mülk miras bırakılırken, Üçağız ovasındaki verimli topraklar erkek çocuklara, Kaleköy’deki harabe binalar kız çocuklara bırakılmış. O gün bugün Kaleköy’deki tapulu mülkler yavaş yavaş el değiştirmeye başladı. Burada ev alan kimi İstanbullu, Ankaralı iş bilir vatandaşlar ufak ufak restorasyon çalışmalarına başladı. 2500 yıllık taş merdivenler arasındaki bazı taş evler büyük bir güzellik yaratarak eski hallerine kavuştu. Tabii Kaleköy’ün yerlileri de Anıtlar Kurulu’na başvurmaya başladı. Devlet bu insanlara biraz daha zor izin verdi. Projeler gitti-geldi. Eksikler tamamlandı, inşaatlar yapıldı. Kaleköy son 4-5 yılda, düşünüyorum da, daha da güzelleşti. Bir de köy içindeki, daracık sokaklar arasındaki tarihi eserler konusunda da çalışma yapılsa… Mesela Likya döneminden kalma bir kaya ev duvarı… Önüne bir pano konsa, mesela; “Bu yontu 2300 yıllık, 50 metrekarelik bir evin kayaya oyularak yapılmış arka duvarıdır. Kaya duvar üst bölmesinde üçgen biçimi 20 cm. aralıklı, 10 cm. derinliğindeki kare biçimi oyuklar, evin damının kaya içindeki dayanak noktalarıdır” gibi… Mesela, evin bir maketi yapılsa ve bir cam muhafaza içinde sergilense… Kaleköy’ün nekropol bölgesinde çok sayıda, köy içinde ise az sayıda gemi biçimi Likya kaya lahdi var. Kaleköy içinde hatırladığım kadarıyla 4 adet kaya mezarı bulunuyor.Bunların önüne bir açıklama panosu konsa… Fena mı olur?
Kale’ye çıkmadan olmaz
7 mil uzunluğunda, 1 mil genişliğindeki bu iç deniz, Halikarnas Balıkçısı’ndan bu yana mavi yolculukların açık hava müzesi olmuştur. Bu açık hava müzesinin incisi ise Kaleköy’ün zirvesindeki Kale’dir. Küçücük bir alan ve en azından dört uygarlığın izlerini hala görebildiğiniz eşsiz bir tarihi miras. İlk taşları, 3000 yıl önce Likyalılar tarafından yerleştirilmiş. Helenistik dönemde içindeki kayalar oyularak bir küçük amfiteatr yapılmış. Küçük ama çok etkileyici. Tamamen kayalar oyularak yapılmış ve bu sayede günümüze dek neredeyse hiç değişmeden ulaşabilmiş eşsiz bir tarihi miras. Neyse ki 10 yıl kadar önce bu kale için bir saha düzenlemesi çalışması yapıldı. Eskiden taşların üstünden zıplayarak zirveye çıkılırdı. 10 yıldır zorlu bölgeler için bir ahşap merdiven sistemi kuruldu. Burçlar, mazgallar biraz onarıldı. Kalenin girişinde bir de tapınak var. Ama ne tapınağı? Apollon mu, Zeus mu? Artemis mi? Bugüne kadar ismi konabilmiş değil. Bu tapınağın üstüne Bizans döneminde bir kilise inşa edilmiş. Osmanlı döneminde de cami.Cami geçtiğimiz yıllarda bir renovasyon geçirdi. Bina eski dokusunu biraz kaybetti. Bayağı yeni görünüyor. Ama bu sırada cami avlusundaki Bizans kilisesinden kalma mozaik taban ortaya çıkarıldı, koruma altına alındı, hepsi bu… Mesela kale içinde muhtemelen Likya ve Rodos Şövalyeleri döneminden kalma kayaların içine oyulmuş 7 adet büyükçe sarnıç var. Bunları temizlemek, ışıklandırarak ziyarete açmak herhalde zor olmamalı. Neden bugüne kadar yapılamadı? Anlamak mümkün değil.
‘Sarı yaz’ın sürprizleri…
Yaz ortasında 40 derece sıcakta kaleye tırmanmak biraz zorlu. Ama mevsim sarı yaz!.. 30-40 dakikada harika taş merdivenler, muhteşem yerel öyküler arasından yukarı çıkıyor ve kalenin surlarından Kekova’nın büyüleyici manzarasına kendinizi kaptırıyorsunuz. Sürprizler bitmiyor! Bu yıl inerken çıkarken her köşe başında ‘ev dondurması’ yapan bir kafe ile karşılaşıp şaşkınlığa düştüm. Kendi kendime “Nedir bu ya, tüm Kaleköy eve bir dondurma makinesi mi aldı” diye düşünürken bir tanıdık ile karşılaşıp sordum. Meğer müteşebbis evlerden biri olaya girmiş. Tüm restoranlar, kafeler dondurmayı o aileye yaptırıyormuş. Yani yalan yok, tümü gerçek ev dondurması.
Hortum, fırtına...
Sarı yaz, indian summer, l’ete indien… Tabirin kökeniFransa’da bir ismi de l’ete vireux… Fransızca’da kelime anlamı ‘zararlı-zehirli’; ama bir anlamı da ‘çok hızlı değişen’ demek. Sarı yazı Kekova’da karşılamaya gittik. Ve bu yıl bir hortum ve fırtınayla da karşılaştık. Tekneler devrildi, çatılar uçtu, ceviz büyüklüğünde dolu yağdı… Yani demem o ki, galiba biraz mevsim hava sürprizleri bu aralar fazlalaştı. ‘Sarı yaz’ deyip Kekova’ya denizden gitmek isterseniz aman dikkat…
Yörük Ramazan’ın efsane köfte-patatesi
Kekova’da lezzet duraklarımız Üçağız Hassan, Kaleköy Likya Restaurant. (Bir de not, bu iki adreste Kekova’nın muhteşem lezzeti büyükçe bir ıskaroz balığı bulunursa, onun da tadına doyum olmaz.) Kekova iç denizinin batı ucunda, Sıçak Koyu’nda 25 yıldır 2 iskele, 2 restoran var. Bunlardan Yörük Ramazan’ın köfte ve patates kızartması tam bir efsanedir. Artık mavi kıyılarımızda odun ateşinde 15 litrelik taze ayçiçeği yağı içinde patates kızartan kimse kalmadı. Kızartma işlemi harlı alevde 45 dakika sürüyor. Kolalı beyaz örtüler yok ama lezzet tam anlamıyla zirvede… Sıçak Koyu’nun bir önemli özelliği de, buradan 45 dakikalık çok keyifli bir doğa yürüyüşü ile Aperlai antik kentine ulaşılıyor olmasıdır. Ağaçlar arasında keşfedilmek zorunda olan Aperlai, neredeyse Simena kadar görkemli bir tarih hazinesi. Ne yazık ki, şimdiye kadar burada bir saha düzenlemesi bile yapılmadı.