AKP’nin ikinci döneminde bakış açısı nasıl değişti?
AKP’nin ilk dönem tarih tezi ‘Cumhuriyet’in dışladığı kesimlerin devlet içindeki vesayet kurumlarına, bürokratik ve ekonomik tahakküm kurmuş elitlerine rağmen iktidara gelmiş bir siyasî ve toplumsal hareket olma” iddiasıydı. 2010’dan sonra bu, “tarihin yüz yıllık hatasını düzeltme mücadelesi veren Türkiye’nin gerçek sahibi” olma iddiasına evrildi
Oksijen’de yazdığım ilk yazıda gazetenin bana emanet ettiği bu sayfada, son otuz yılda yaşadığımız dönüşümler üzerine eğileceğimi ifade etmiştim. İki asır öncesinde Osmanlı İmparatorluğu ve dünyanın başka yerlerinde modern zamanların kapısını açan radikal değişimleri inceleyen bir tarihçinin son otuz yılın baş döndürücü gelişmelerine anlam vermeye çalışmasının ilginç olabileceğini yazmıştım. Ben son otuz yılı kafamda evirip çevirip durayım, Türkiye’de son iki üç haftada yaşananlar bile bugünlerde tarihin ne kadar hızlandığını bize hatırlatıverdi. Tarihçi yaşayarak gözlemlediği olaylara anlam yüklerken çok dikkatli olmalı. Yine de içinden geçtiğimiz günlerin epeyce sıradışı olduğunu, olumlu ya da olumsuz, geleceğimizi şekillendireceğini düşündüğümü söylersem umarım meslekî bir hadsizlik yapmış olmam. Türkiye bir girdabın içinde, ülkede yaşayan insanların istemleri ve iradeleri dışında bir yerlere savruluyor. Başlamadan şu satırı da kondurayım: tam da böyle zamanlarda yazgımızı yazma iradesinin aslında bize ait olduğunu hatırlamak gerekmez mi?
AKP’nin tarihtezleri ve diğerleri
Geçen hafta AKP’nin iktidara geldiği 2000’li yılların başındaki hâkim tarih tezlerinden bahsetmiştim. Bu tezler 1990’lardaki büyük siyasal ve ekonomik krizle beraber Cumhuriyet eleştirileri üzerine oturmuş, 2000’li yıllarda siyasallaşmış ve popülerleşmiş ve AKP’nin ilk dönemine mana ve güç vermişti. Bu tezlere göre AKP, Cumhuriyet’in dışladığı kesimlerin devlet içindeki “vesayet” kurumlarına, bürokratik ve ekonomik tahakküm kurmuş elitlerine direncine rağmen iktidara gelmişti. AKP’nin büyük bir toplumsal destekle iktidarı devralmasıyla, Türkiye kapalı bir toplumdan açık bir topluma; bürokratik ve ekonomik elitlerin hâkim olduğu bir düzenden, katılımcı demokrasiye ve piyasa rejimine geçiyordu. Bu iyimser görüşe göre, AKP’yi taşıyan toplumsal hareket Türkiye’yi demokratikleştirecek, bu süreç içinde AKP ve onun sosyal tabanı da demokratikleşecekti. AKP kadrolarının yanı sıra, AKP bünyesinde yer almayıp AKP’yi direkt ya da dolaylı destekleyen birçok yazarın ve entelektüelin gelişmesine katkıda bulunduğu bu tez, sadece AKP’ye tarihsel bir iddia kazandırmıyor, aynı zamanda ona moral bir üstünlük veriyordu. Henüz görsel ve yazılı medya AKP’nin kontrolüne girmemişti. Buna rağmen farklı görüşlerin az çok ifade edilebildiği uzun tartışma programları ve gazete polemikleri arasında AKP’ye karşı yapılan muhalefet, AKP tezleri karşısında öyle yalpalıyordu ki! Özellikle laiklik üzerinden yapılan grotesk ve arkaik Cumhuriyet savunuları AKP tezleri karşısında duvara çarpıp dağlıyordu. İşin doğrusu, bu yıllarda AKP karşıtı muhalefetin yalpalaması başlı başına ilginç bir konudur. Bu tökezleme Cumhuriyet eleştirilerinin gücünden ziyade, Cumhuriyet savunusunun niteliksizliği ve ciddi bir tarihsel bakış ve özeleştiriden uzak oluşu ile ilgiliydi.
Vesayet tarihinden darbeler tarihine
2007’den sonra Türkiye yeni bir döneme girer. Hatırlayalım: Genelkurmayın Cumhurbaşkanlığı için «sözde değil özde laik” birinin aday olması gerektiğini ilan eden e-muhtırası ile ordu ve AKP arasındaki gerilim başka bir boyuta sıçrar. Önce 367 krizi olur, ardından cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesini öngören referandum ile hayata geçirilen anayasa değişikliği yapılır. Genel seçimlerden AKP büyük bir zaferle çıkar; MHP ve Kürt siyasî hareketi (bağımsız adaylar olarak) Meclis’e girmeyi başarırlar ve CHP’nin muhalefet tekeli sona erer. AKP’ye karşı muhalefetin derin devletle ilişkili olduğu vurgulanır. Ceza yasasındaki 301. maddenin yaygın bir şekilde uygulanmasına AKP’nin milliyetçi kanadı aslında hiç de karşı değildir. Buna rağmen devlet bürokrasisiyle iç içe geçmiş milliyetçi bir derin muhalefetin AKP’nin liberal kanadının demokratik hamlelerini engellediği fikri yaygınlık kazanır. İşin doğrusu 301’den yargılanıyor olan Hrant Dink’in katlinin ardından devletin içine girip çıkan karanlık ilişki ağalarını fark etmemek de mümkün değildir. Birinci Ergenekon iddianamesi, buna karşılık AKP’ye açılan kapatma davası ile yargı savaşları başlar. Taraf Gazetesi yayın hayatına girer ve 2008-15 arasındaki davalara “yön verir”; AKP ve Gülenciler arasındaki ittifak kuvvetli bir şekilde ifadesini bulur ve Gülenciler iyiden iyiye yargı ve emniyet bürokrasisinde ve - daha sonra öğreneceğimize göre - orduda etkilerini artırırlar. 2007-2008 yıllarının tarih tartışmaları 1990’lar ve 2000’li yılların başına göre çok daha sert geçer. E-muhtıra ve kapatma davası sonrası tartışma büyük oranda darbeler üzerinde yoğunlaşacaktır. AKP ve etrafındaki ittifak Türkiye tarihini sadece bir vesayet tarihi olarak değil, aynı zamanda bir “darbeler” tarihi olarak okur. Türkiye’nin 1960’dan bu yana yaşadığı darbeler aynı hat üzerinden sıralanır. O yıllarda hâkim olan anlatıya göre AKP 1960’ta darbe ile iktidarına son verilen DP’den 28 Şubat’a, bu darbelerin mağduru olmuş bir geleneğin devamıdır. Şimdi ise e-muhtıra ve AKP’yi kapatma davası söz konusudur. Darbeler tarihi henüz bitmemiştir. Bu dönemde Adnan Menderes ve arkadaşlarının idamı, CHP’nin bu idam karşındaki tutumu bolca konuşulur. Aslında 1960 darbesi Türkiye sağının kadim mevzusudur. Ama farklı olarak Recep Tayyip Erdoğan’ın Erim Hükümeti’nin idam ettiği Deniz Gezmiş ve arkadaşlarını, 12 Eylül’de idam edilen solcu gençleri de gündeme getirdiğini duyarız. AKP’nin darbe karşıtlığı üzerinden geliştirilen söylem o kadar kuvvetlidir ki, bir bakıma Ergenekon ve daha sonra Balyoz davalarına karşı geliştirilmeye çalışılan eleştiriler, hatta AKP’ye yapılan sıradan muhalefet bile darbe yancılığı suçlamasına maruz kalır ve meşruluğunu yitiriverir.
Yargı savaşları
Ergenekon iddianameleri aslında bir tarih tezine dayandırılmıştı. Ta kuruluşundan beri devam eden ve yaygınlaşan darbeci bir odağın, nihayet devletten tasfiye edilmesi için büyük ve sıradışı bir yargı taarruzunun gerekliliği vurgulanıyordu. İddianame genişledikçe tarih tezinin de kapsamı genişliyordu. Buna göre darbecilik sadece kontrgerilla ve vesayetçi subaylara indirgenemezdi; İttihatçılık’tan Kemalizm’e uzanan çok daha geniş bir yelpazede, bir darbeci bünyenin bürokrasi, akademi, iş dünyası, basın ve sivil toplumdan sökülüp atılması gerekmekteydi. 2008 ve 2009, Ergenekon davalarının yaygınlaştığı, Türkan Saylan’ın, Mustafa Balbay’ın, Mehmet Haberal’ın darbecilikle suçlanıp hapis yattığı, Gülenci yargı mensuplarının öne çıktığı, Erdoğan’ın kendini Ergenekon davasının savcısı olarak ilan ettiği yıllardı. 2010 yılında Ergenekon iddianamesinin ardından direkt ordunun üst yönetimini hedef alan Balyoz davası ile yargı savaşları başka bir boyuta sıçrayacaktı. Eski kuvvet komutanları dahil, birçok emekli ve muvazzaf subayın gözaltına alınıp tutuklandığı Balyoz davası artık İttihatçılıktan Kemalizm’e bir geleneğin yargılanmasının ötesinde, uluslararası bir mücadelenin parçası olarak görülüyordu ve işin doğrusu öyleydi de... Mesele AKP’nin tarih tezlerinin ötesine geçmiş, artık devlet içinde bir iç savaşın kızıştığı noktaya gelinmişti. Zamanla iş o kadar büyüyecekti ki, 2013’te 2. Ergenekon iddianamesi ile eski Genelkurmay Başkanı ömür boyu hapis ile yargılanacaktı. (Devlet içindeki iç savaş 17 Aralık 2013’ten sonra 15 Temmuz 2016’da başka bir safhaya, bu tarihten sonra da Cumhurbaşkanlığı sistemi ile bambaşka bir safhaya geçti.)
İddianameler tarihi
Burada bir nefes alalım ve bir öneri yapalım. Şu fikre ne dersiniz: modern Türkiye tarihi (hatta belki geç dönem Osmanlı tarihi de) bir yönüyle yargı savaşları tarihidir. 1920’lerden günümüze, İstiklal Mahkemesi iddianamelerinden Nazım Hikmet iddianamesine, Mendereslerin iddianamesinden Denizlerinkine, 12 Eylül’ün Dev Sol ve Dev Yol iddianamelerinden Ergenekon, Balyoz, KCK, Gezi, 17-25 Aralık, Kavala, Demirtaş, HDP, Gergerlioğlu iddianamelerine...Türkiye tarihini bu iddianameler üzerinden yazmak ne ilginç olurdu değil mi? Bu arada yargı savaşlarının ötesinde, çok kuvvetli iddianamelerin de hazırlanmış olduğunu unutmayalım. Mesela 1978 Maraş Katliamı sonrasında hazırlanan iddianame belki de Soğuk Savaş Türkiye’sinin en önemli vesikalarından biridir.
Neo-Osmanlıcılığa doğru ve Barış Süreci
2009 yılında Barack Obama’nın TBMM’deki konuşması ile ABD’nin Erdoğan hükümetine verdiği destek en yüksek düzeye çıkar. Kısa bir süre sonra Arap Baharı Ortadoğu’yu sarsar, Dışişleri Bakanı olan Ahmet Davutoğlu Erdoğan’ı Türkiye’nin Osmanlı mirası üzerinde Arap Dünyası’nda yeni bir dış politika kurgusu için ikna eder, Erdoğanlar Esad ailesi ile köprüleri atar, 2011’den itibaren Türkiye Suriye’de herkes için çok kötü sonuçları olan başka bir maceraya girer. Bu arada gizemi çözülemeyen seks kasetleri furyası ile MHP ve CHP büyük bir sarsıntıya uğrar. CHP’de yönetim değişir. 2011 genel seçimlerinde AKPyüzde 50 oyla görülmedik bir zafere imzasını atar. İlk defa Kürtçe propagandanın serbest bırakıldığı bu seçimlerde, Kürt hareketine bağlı bağımsız milletvekilleri güçlü bir blokla parlamentoya girer, Ergenekon ve Balyoz sanıkları CHP ve MHP’den milletvekili seçilirler. Diğer yandan Kürt meselesinde ilginç bir gelgit görürüz. 2009’da Habur mahkemeleri ve Oslo görüşmeleri ile bir noktaya gelen Barış Süreci, 2011’de Güneydoğu’da çatışmaların tekrar yoğunlaşmasıyla duraksar. Ardından CHP ve MHP’nin güçlü muhalefetine karşın Barış Süreci, Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi adıyla yeniden gündeme gelir. Ama hemen ardından KCK örgütlenmesine karşı geniş tutuklamalar, tezkereler, sınırötesi operasyonlar ve Uludere/Roboski katliamı yaşanır. 2012-2013 yılı başlarında Erdoğan’ın liderliğinde Barış Süreci tekrar hızlanır. Âkil İnsanlar Heyeti kurulur. PKK ateşkes ilan eder. 2012 başlarında, devlet içindeki iç mücadeleler tekrar yoğunlaşır. MİT Müsteşarı hakkında soruşturma başlatılır, ardından MİT kanunu değişir. 2013 yılı başında Paris’te üç önde gelen PKK’lı kadın öldürülür.
Sonuç
Başınız döndü değil mi? Bu yazıdaki amacım 2. AKP döneminde yaşanan olayları sıralamak ya da muhtemelen uzun süre aydınlanamayacak ilişki ağlarını çözmek değil elbette. Amacım bu dönemi oturtabileceğimiz bir çerçeve üzerine düşünmek. Bu çerçevenin hiç de kolay kurulamayacağı belli. Bu yıllardaki hikâyenin bir boyutu, AKP’nin Gülencilerle kurdukları ittifakla yürüttükleri yargı savaşları ve devlet içindeki muhalefet odaklarının tasfiyesi girişimi ile şekillenir. Diğer boyutunda ise Barış Süreci’ni, bu süreçteki gerilimleri, gelgitleri ve pazarlıkları görürüz. Birbirine dolanmış bu iki gelişme aynı zamanda devlet içinde takip etmesi hiç de kolay olmayan şiddetli bir “iç savaşı” tetikler. 2010’ların başında devlet bir muharebe alanıdır artık. AKP’nin 2008 ekonomik krizine cevaben sıcak para, aşırı borçlanma ve kayırmacılığa dayanan yeni ekonomik tercihleri ve Arap Baharı sonucu müdahaleci, hatta yayılmacı, dış politika ajandası meseleyi daha da karmaşık hale getirecektir. 2013 Gezi olayları arifesinde Türkiye her hafta bir diğerinden daha dramatik kırılmaların, pozisyon ve ittifak değişimlerinin yaşandığı, belirsizliğin, güvensizliğin ve “her an her şey olabilir” hissinin hâkim olduğu bir ülke olmaya doğru yol almaktadır. Bu fırtına içinde AKP’nin tarih tezi “vesayete karşı dışlanmışların ve horlanmışların mücadelesini veren” bir siyasî ve toplumsal hareket olma iddiasından “tarihin yüz yıllık hatasını düzeltme mücadelesi veren Türkiye’nin gerçek sahibi” olma iddiasına doğru dönüşmektedir.