Nisan 2017’de Türkiye, mühürsüz oyların kabul edildiği tartışmalı bir referandum sonucu Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçti. Yüksek Seçim Kurulu halkımızın %51.4’nün bu yeni sisteme evet kullandığını açıkladı. 15 Temmuz 2016’daki darbe girişiminden sonra baş döndürücü bir hızla hazırlanan yeni sistem tüm devlet organlarını adeta denetimsiz bir şekilde cumhurbaşkanına bağladı. Güçler ayrılığını büyük oranda ortadan kaldırdı. Özerk kurumları niteliksizleştirdi. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin hem yasama hem denetim hem bütçe yetkisi zayıflatıldı; Meclis’i icrânın hesap verdiği bir yasama organından ziyade bir foruma dönüştü.
Rejim mimarisi
Yerel yönetimler hariç Türkiye’deki tüm idari yetkinin adeta dolaysız bir şekilde cumhurbaşkanına bağlandığı bu yeni sistemin merkezine Cumhurbaşkanlığı Külliyesi yerleştirildi. Külliye içindeki Cumhurbaşkanlığı Sarayı yeni Türkiye’de erkin uzamsal efsunlu sembolü haline geldi. Binlerce görevlinin çalıştığı bu külliyede kararların nasıl alındığını, istişarelerin nasıl yürütüldüğünü, hangi protokol ve prosedürlerin uygulandığını, ülkenin dört tarafından gelen meselelerin ya da projelerin Cumhurbaşkanına hangi süreçlerden sonra nasıl sunulduğunu, bilgi akışının nasıl sağlandığını bilmiyoruz (Muhtemelen protokol ve prosedürler sürekli değişiyor).
Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi devlet organlarını denetimsiz bir şekilde cumhurbaşkanına bağladı. Güçler ayrılığını ortadan kaldırdı. Özerk kurumları niteliksizleştirdi. Meclis’i icrânın hesap verdiği bir yasama organından ziyade foruma dönüştürdü. Ersin Kalaycıoğlu bu yapıya neo-patrimonyalizm ya da yeni sultanizm diyor. Yani her şeye hâkim, tüm karar verme yetkisini bünyesinde birleştirmiş, devlet erkinin özerk alanını tasfiye ederek bürokrasiyi misyonunun temsilcisi haline getiren bir tek-adamlık rejimi
İşin aslı bu külliye tüm idari yapının merkezine gizemli bir kurum olarak yerleşti. Bu gizem saray ve külliyenin mimarisine, çevre düzenlemesine, bu kompleksin güvenliğini sağlayan Özel Harekât polislerinin tavırlarına kadar, bize ilginç bir repertuvar sunuyor. Bu sistem devam eder mi bilmiyorum. Seçimde iktidar değişir ise, bu külliye ve külliye içindeki saraya ne olacak bunları ön görmek kolay değil. Ama hem rejimin ve hem külliyenin mimarisini tasarlayanların bu yeni nizamın değişmesinin imkânı olmadığını, 2016 darbe girişimi ve sonrasında yaşananların geri dönüşsüz bir yola Türkiye’yi soktuğunu topluma hissettirmek amacı güttükleri belli.
Aslında Atatürk Orman Çiftliği’ne ait muhkem bir tepe üzerine kurulan külliyenin gizemi biraz da bu işe yarıyor. Bir yönüyle külliyenin dış çeperinde yer alan Millet Kütüphanesi, sergi ve kongre merkezi ve cami ile toplumu davet etme izlenimi veren bu kompleks, hem dışarıdakilere, hem kütüphane ve camiye gelenlere tepenin üzerinden kendi gizemli ihtişamını, ulaşılmazlığını, değiştirilemezliğini göstermek için bu daveti yapmakta sanki. Etrafında bir kamusal meydanın özenle oluşturulmasına izin verilmeyen bu külliyenin mimarı Şefik Birkiye belki bir gün anılarını yazar, biz de Cumhurbaşkanlığı Sistemi’ni tasarlayanlar ile arasında geçen diyalogları öğrenmiş oluruz. (Külliye ve sarayın, ve kompleksteki Millet Camisi ve Millet Kütüphanesinin mimarisi ve çevre planlaması hakkında yazacak çok şey var; bu binalar bize kurulmak istenen rejimin niteliği hakkında bize çok şey söylüyor; başka bir yazıya diyelim).
2017 referandumunda rejimin en önemli özelliklerinden biri ne diye sorarsanız, toplumla cumhurbaşkanı arasındaki kurumların mümkün olduğunca tasfiye edildiği, cumhurbaşkanı ile “millet” arasında dolaysız bir ilişkinin kurulmak istendiği bir sistem diyebiliriz. Tabii böyle bir dolaysızlık mümkün değil. Milyonlarca vatandaşın cumhurbaşkanına direk ulaşması imkânsız. Ama belli ki, sistemin mimarları bu dolaysız ilişkiyi fiktif bir şekilde kurarken, devlet bürokrasisini nesnel süreçler ve liyakat mekanizmaları ile değil,
Cumhurbaşkanın münasip görmesi ile atanan ve ona koşulsuz bağlı, kendi inisiyatifleri olmayan bir kadro olarak tasarlamış. Bürokrasi, bürokrasi ile iç içe geçmiş AKP parti örgütünü de ekleyelim, Cumhurbaşkanına dolaysız ulaşma hissini verebildikleri oranda başarılı. Kendileri ve kurumlarının bir öz ağırlığı olmadığı sürece işlerini hakkı ile yapmış oluyorlar. Son zamanlarda çokça kullanılan “Cumhurbaşkanımızın tensipleri ile bu makama atandım» ifadeleri bu sadakat ve bağlılık halini, aynı zamanda bunun şartının özne olmaktan feragat olduğuna işaret ediyor.
Kaotik akışı kavramsallaştırmanın zorlukları
Ersin Kalaycıoğlu bu yapıyı açıklarken neo-patrimonyalizm ya da yeni sultanizm kavramlarını kullanıyor. Yani, her şeye hâkim, tüm karar verme yetkisini kendi bünyesinde birleştirmiş, devlet erkinin özerk alanını tasfiye ederek, bürokrasiyi sadece kendi misyonunun temsilcisi haline getiren bir tek-adamlık rejimi. Ama bu kavramsallaştırmaya daha önemli bir dayanak cumhurbaşkanının toplumla girdiği ilişkide saklı: Belli bir süre için seçilerek anayasal, hukuksal ve parlamenter denetim çerçevesinde icraî yetkileri kullanacak bir otorite olarak konumlanmıyor cumhurbaşkanı.
Onun yerine, Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı milletin tarihsel ve aşkın gerçekliğini temsil ediyor. O, evet bir süreliğine seçilmiş olsa da, halk tarafından seçilmiş olmaktan kaynaklı sınırlı bir otoriteden çok daha aşkın bir meşruiyet kaynağına sahip. Bu kaynağı, kısmen tarihte, kısmen dini aidiyet ve misyonunda, kısmen toplumu dönüştürücü iddiasında bulan ve muhayyel gelecekten neşet eden olağanüstü yetkileri kullanmayı meşru gören bir liderlik kurumu. Toplumu dönüştürmek ve kalkındırmak iddiası onu aslında toplumla yaptığı bir mukaveleden ziyade tarih ve sanki Tanrı ile yaptığı metafizik bir senede dayanıyor.
Evet, belki patrimonyalizm ya da sultanizm bu yarı açık yarı kapalı söylemi biraz açıklıyor. Ama durumun karmaşıklığı bu yukarıda ifade ettiğimiz çerçeveye sığmıyor. Yukarıda ifade ettiğimiz kurguyu yetersizliğe iten üç ana etken var. Birincisi reel siyasi güç ya da güçsüzlük. İkincisi reel iktisadi organizasyon ve kapasite. Üçüncüsü istikrar kuramayan ve sürekli krizlerle kendini var eden, bir anlamda kendini yok ederek yaşayan bir kolektif varoluş tarzı.
Reel siyasi güç
Patromanyal ya da sultanist bir yapı kurmaya engel sadece bu rejimin toplumun büyük kısmından rıza almamış olması değil, böyle bir rıza varmış gibi de bir siyasal sahne kurgulayamamış olması. Açarsam, şu anda Türkiye siyasetinde çok karmaşık güç ilişkileri var. Hem rejim bileşenlerinde hem muhalefette hem formel siyasal alanda, hem de bu formel alanın dışında, girift güç ilişkileri, kırılgan ittifaklar, tehdit ve şantaj mekanizmaları hüküm sürüyor. Bunları net bir şekilde çözümleyemesek de, hissediyoruz. Zaten çoğu zaman çözümlenmesi hiç kolay değil zira ortaya çıkıp kaybolan, sürekli şekil değiştiren ilişiler bunlar. İlginç olan, Erdoğan rejimi kendini güçlü ve kudretli (patrimonyal ve sultanî) gösterme konusunda mahir.
Zaten İletişim Başkanlığı tam da bu işi yürütüyor. Diğer bir deyişle İletişim Başkanlığı’nın kuruluş amacı reel siyasal güç ilişkilerini perdelemek. Rejimin siyasal ortakları arasındaki tehdit ve şantaj ilişkisini sanki bir güven ilişkisiymiş gibi gösteren iletişim oyunları bu işin önemli bir parçası. Perdelenmeye çalışılan karmaşık güç ilişkilerinin, kırılgan ittifakların ve rejim bileşenlerinin kendi içindeki şantaj mekanizmalarının yanında şu noktayı vurgulamak gerekiyor. Cumhurbaşkanlığı rejimi eski rejimi tam anlamı ile tasfiye edemedi, etmedi. Bir anlamıyla eski rejimin üzerinde oturdu. Eski rejim yeni rejim için bir referans kaynağı olmaya devam etti. Neticede yeni rejim kendini eski rejimin bir antitezi olarak tanımlıyor.
Durumun böyle olması, restorasyonculuk vizyonunu aşamayıp kısmen eski rejimin temsilciliğiyle sınırlanan muhalefet (Muhalefetin yeni bir tasarım kurmaktaki başarısızlığı ayrıca vurgulanması gereken bir konu) için rejim içerisinde meşruluk alanı açıyor; öte yandan, rejim yalpalayınca muhalefet gücünü artırabiliyor. Rejim muhalefeti tamamen tasfiye edemiyor. Buna evet gücü yok. Ama aynı zamanda muhalefeti tasfiye edemeden onu eski rejimi, eskiyi temsil eden siyasal ittifaklar bütünü olarak göstermek de işine geliyor. Ama çelişki tam da bu... Böylece rejim gerçek anlamda Patrimonyal bir nizam kurabilecek “devrimci” bir nitelik kazanamıyor. Patrimonyalizm kısmi bir sahneden, bir kısmi propagandadan ibaret kalıyor.
Ekonomik kapasite ve ilişkiler
Partomonyalizmin gerçekleşememesindeki ikinci engel ekonomik kapasite. Erdoğan kendi etrafında bir iş-insanları ve şirketler ağı oluşturdu. Bu literatürde crony capitalism (Ahbap-çavuş kapitalizmi) denen sistem. Türkiye kapitalizmi zaten tarihsel olarak devlet elitleri ve iş çevrelerinin karmaşık ilişkilerinin olduğu, iş çevrelerinin zenginliğinin kaynağının büyük oranda saye-i devletten geldiği bir sistemdi. Sermaye ve güç, iş çevrelerinin devletten aldığı ihaleler ve teşvikler aracılığı ile gerçekleşiyordu. Erdoğan rejimi bu ilişkileri, yani ahbap-çavuş kapitalizmini başka bir boyuta taşıdı. Hatta devlet kaynaklarını yöneten birimleri de Varlık Fonu ya da farklı iştiraklar marifeti ile bu sistemin bir parçası haline soktu. Rejim kamu kaynaklarını kendi iş ortaklarına ihale edip, buradan ürettiği kaynağın bir kısmını da kendi sosyal tabanına ucuz kredilerle ya da direk lütuf olarak dağıtan bir sistem oluşturdu.
Bu sistem ekonomik kaynakların lütuf olarak dağıtıldığı patrimonyal bir sistemin ötesinde karmaşık ve kırılgan, kamu kaynaklarının ve aslında geleceğin borçlanarak satıldığı, rekabetçi olmayan, monopolleşmiş, özel ve kamu çıkarı ile devlet ve piyasanın siyasal amaçlarla birbirine karıştırıldığı kapitalist bir sistem(sizlik). Burada iş çevreleri iktidarla karmaşık ortaklıklar kurup, hatta mümkünse kader birliği yapıp, daire-i ittifaka giriyorlar. Dolayısıyla rejim ile iş çevreleri arasında oluşan sistem tepeden aşağı inen bir patrimonyal rabıtadan ziyade yatay bir ortaklık ilişkisi arz ediyor. Diğer yandan bu yapının on yıllarca sürdürülebilirliği olmasa da oldukça dirençli olduğunu söyleyebiliriz. 6 Şubat depremi bir yönüyle bu sistemin iflasına işaret, maalesef diğer yönüyle yeniden uyanışına, hatta şahlanışına olanak olabilir; tabii yıkılışına da.
Üçüncü olarak istikrar kuramayan ve sürekli krizlerle kendini var eden, bir anlamda kendini yok ederek yaşayan bir kolektif varoluş tarzından bahsetmiştim. Yerim kalmadı. Onu da haftaya irdeleyelim. Ancak şu genel gözlemle bu kısmı sonlandırmak isterim. Buradaki sorun salt patrimonyalizm ya da sultanizm kavramlarının ve çerçevesinin kifayetsizliğinin ötesinde. Birçok daha az popüler ve bugün itibarıyla etkili olmayan, tartışmaya değer bulunmayan bir dizi isimlendirmeler için de benzer kaygı ve şerhlere sahibim. Kurulamayan, bekası için her daim biçim, tarz değiştiren, radikalleşen bir rejime kavramsal çerçeve çizmekte aceleci olmamalıyız. Çünkü, olan değil oluşan, akış halindeki bir sistemsizlikle, sürekli kriz üreterek yaşamaya çalışan bir rejim ile karşı karşıyayız.
Rejimin gerilimli iç işleyişi hakkındaki bildiklerimiz büyük ölçüde rivayetle ve gözlemlerle, gazetecilik uğraşları ile sınırlı. Ayrıca, tarihi veya çağdaş referanslarımız da bu kaotik dinamizmi isimlendirmeye tatmin edici olanak sunmuyor. Kısacası bildiklerimizle tarif etmek yerine sürecin kendisinden öğrenmek sabrını göstermemiz ve ancak ihtiyatla kati terminolojiye tabii kılmamız gereken bir tablo var karşımızda. 6 Şubat depremi, öncesi ve sonrası ile, bu rejimi anlamlandırmak için çok önemli ipuçları vereceğe benzer. Şunu da akılda tutmalıyız; kavramsallaştırmak aynı zamanda politik bir müdahaledir. Bu bağlamda, teorik çerçevemizin sarayın kendini sunma biçimlerinden ne denli etkilendiğini kendimize sormalıyız.
İyi hafta sonları diyeceğim ama kimsenin keyfi yok. Yine de iyi hafta sonları. Geleceği kurmak için çalışmaya devam etmemiz gerektiğini düşünerek...