Türkiye Cumhuriyeti bir devlet örgütü ve o örgütün ideolojik, bürokratik, törensel, söylemsel unsurlarının toplamı olmanın ötesinde bir toplumsal varoluştur. Cumhuriyet, ilk önce bir toplumun kendini yönetir bir şekilde bir arada yaşamasından doğar
Cumhuriyet denemelerine devam edelim. Ama önce bir gözlemimi paylaşayım. Ben bu denemeleri yazmaya başlayınca, bazı dostlardan ve okurlardan neden “demokrasi denemeleri” değil de cumhuriyet denemeleri yazıyorum diye tepkiler geldi. Türkiye’nin geçtiği bu karanlık dönemde aradığımız ve kurulması için mücadele edilmesi gereken rejim aslında, ilerisini geçtik, asgari düzeydeki bir demokrasi değil miydi? Neticede demokrasisiz bir cumhuriyet aydınlık ve mutlu bir Türkiye hayali kuranlar için ne ifade edebilir ki? Halbuki cumhuriyet olmadığı halde ileri bir demokratik seviyeye ulaşmış ülkeler var -ardından hep verilen o örnek- mesela Birleşik Krallık... Şüphesiz cumhuriyet ve demokrasi arasında hem kavramsal hem tarihsel olarak yakın bir ilişki olsa da ayrı olgular. Ve cumhuriyet ve demokrasiyi bir arada düşünmemiz gerektiğine inansam da cumhuriyeti vurgulamanın demokrasiyi vurgulamaktan başka bir manası var. Demokrasi-cumhuriyet ilişkisine önümüzdeki yazıda değinmek üzere, bu yazıya cumhuriyet ve cumhuriyetlerle başlayalım.
Cumhuriyet yüzyılları
Geç Ortaçağlardan itibaren Avrupa siyasal düşüncesinde cumhuriyet fikrinin nasıl geliştiğine ve İslam ve Hint dünyasında, Afrika’da veya Doğu Asya’da farklı kavramların ışığında egemenliğin aslında topluma ait olduğuna ya da yönetimin kolektif ve kamusal bir anlayışla yürütülmesi gerektiğine dair fikir akımlarına bu yazıda girmeyelim ve modern zamanlara atlayalım: 17’nci yüzyıldan başlayarak 20’nci yüzyılın ortalarına (hatta mesela İran örneğinde 1970’lere) kadar uzun bir dönem, birçok ülkede hanedanların ve onların etrafında örgütlenmiş farklı kesimlerin hukukî, iktisadî, bazen dinî imtiyazları üzerine kurulan rejimler krize girmiş; kâh yükselen toplumsal muhalefet kâh elitler arasındaki çatışmalar sonucu yıkılmış; ardından toplumun tümünün egemenlik üzerinde hak sahibi olma iddiasının ateşlediği yeni cumhuriyetler birer birer bu eski rejimlerin yerini almışlardır. Bu değişim bazen Fransa’daki gibi monarşileri alaşağı eden ve anayasal parlamenter cumhuriyet rejimlerinin kurulduğu şiddetli devrimler ile olmuş, bazen 17’nci yüzyıl sonunda Britanya’daki gibi yine şiddet içeren iç gerilimlerden, hatta iç savaşlardan, sonra monarşilerin diğer toplumsal aktörlerle (özellikle parlamentolarla) yaptıkları antlaşmalar sonucu gerçekleşmiştir. Böylece bu eski rejimler “anayasal monarşi” olarak hayatlarına devam etmiş ama hukukî ve dinî imtiyaza dayalı toplum düzeni ve devlet idaresi yavaş yavaş ortadan kalkmıştır. Eski sömürgelerde ise sömürge yönetimlerine karşı verilen mücadeleler çoğu zaman cumhuriyetleri doğurmuştur. Bunun ilk örneği ABD’ye dönüşecek olan Amerika Cumhuriyeti’dir. 19’uncu yüzyıl sonlarından itibaren cumhuriyetçi devrimlerin bir kısmı, halk ya da ulusal egemenlik fikrinin çok ötesinde, modern dönemin yeni ideolojik hareketleri ile beraber gerçekleşecektir. 1848-1871 arasında, İtalya ve Almanya’nın birleşmesi sürecinde cumhuriyetçilik romantik hatta etnik milliyetçilik ile bir arada gelişir. 1917’de Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ni doğuran Bolşevik Devrimi; 1949’da Çin Halk Cumhuriyeti’ni ortaya çıkaran Çin halk devrimi, cumhuriyetçilik ile sosyalizmin birbirine dolandığı devrimlerdir. 1979’da Pehlevi monarşisinin yıkıldığı ve bir İslam cumhuriyetinin kurulduğu İran devriminde ise cumhuriyetçilik ve İslamcılığın (aslında bir safhasına kadar sosyalizmin) bir şekilde birleştirildiğine tanık oluruz.
Devrim, savaş ve cumhuriyet
Bu arada 18’inci yüzyılın sonundan itibaren devrim ve cumhuriyet arasında çok yakın bir ilişki olduğunun da altını çizelim. Tarihteki birçok cumhuriyet ayrıcalıklı kesimleri tasfiye edip o kesimlerin ayrıcalıklarını koruyan kurumsal çerçeveyi kırarak yeni bir rejim ve toplumsal düzen kurmak amacıyla, çoğu zaman şiddet içeren, toplumsal hareketler sonucu ortaya çıkar. Belki cumhuriyeti doğuran devrimlerin en bilineni ve daha sonraki devrim ve cumhuriyetçi hareketlere küresel ölçekte örnek olanı, 1789 Fransız Devrimi’dir. Gerçi cumhuriyet doğuran devrimler tarihine detaylı şekilde baktığınızda Devrim-Cumhuriyet ilişkisini Fransız Devrimi paradigmasının çerçevesine sığmayacak kadar geniş bir repertuvar barındırdığını görürsünüz. Bununla beraber, birçok örnekte cumhuriyetleri doğuran devrimler savaşlarla bir arada cereyan eder. Bazen savaşlar devrime ve cumhuriyete hayat verir (Rusya, Türkiye ve Çin örnekleri). Bazen devrim ve cumhuriyetin yarattığı bölgesel sarsıntılar savaşları tetikler (Fransız ya da İran devrimleri sonrası savaşlar gibi). Evet, cumhuriyetler şu ya da bu şekilde toplumsal çalkantılar, hareketler ve arayışlar sonucu ortaya çıkar. Zaten cumhuriyet tanımı bir yönüyle egemenliğin ve yönetimin toplumsallaşması değil midir? Bu toplumsallaşma sonunda yeni bir kamu anlayışı vücut bulur. Kamu çıkarının özel çıkarların üstünde bir değeri olduğu fikri doğar. Kamu ise belli şekillerde eşit yurttaşlık anlayışı ile ilişkilendirilir. Arkasından bir kolektiviteye aidiyet, bir arada yaşama pratiği ve bu pratik etrafında örülen semboller, seremoniler ve mimarî şekillenir. Cumhuriyetin bir ortak yaşam ve yönetim etosuna ortak tarihî yolculuğunun altını çizen kolektif duygular ruh verir. Bu tarihi yolculukta, beraber dönüşme ve değişme iradesi ortaya çıkar. Bu irade bazen elitlerin önderliğinde, onların girdiği toplumsal ittifaklarla gelişir. Bazen toplumsal hareketlerin dinamiği elitleri değişim rüzgârına sürükler. Cumhuriyet bu yönüyle kolektif bir aidiyet duygusu olduğu kadar, beraber tarihi yolculuk ve değişim coşkusudur. (Bu arada özellikle bu yönüyle, milliyetçilik ve cumhuriyet arasında bir akrabalık olduğunun altını çizelim, tabi bu iki kavramın arasındaki büyük farkları göz ardı etmeyerek).
Cumhuriyetlerin krizleri
Toplumsal hareketler her zaman ideolojik netlik içinde hareket etmezler. Bazen cumhuriyetçi siyasal elitler ile toplumsal kesimler arasında büyük gerilimler olur. Hatta cumhuriyet rejimlerine karşı kuvvetli bir sesle monarşileri ve toplumsal veya dinî hiyerarşileri savunan sosyal hareket meydana çıkabilir. Daha da önemlisi, cumhuriyetler, iddialarının aksine, çoğu zaman kapsayıcı olma özelliklerini ya baştan kuramazlar ya da zamanla bu özelliklerini yitirebilirler. Belli düzeyde toplumsal destek ve rıza kuramamış ya da içindeki toplumsal çelişkileri ve gerilimleri minimize edememiş cumhuriyet girişimlerinin başarısız girişimler olduğu öngörülebilir ki aslında insanlık ve cumhuriyetler tarihi tam da bu başarısızlıkların da tarihidir. Cumhuriyetlerin krize girdiği, mesela parlamentoların karar alamadığı ve tıkandığı ya da cumhuru oluşturan farklı etnik, dinî, bölgesel, sınıfsal grupların arasındaki çatışmaların yoğunlaştığı dönemlerde, cumhuriyetlerin olağanüstü yetkilerle donatılmış bir yönetici seçtikleri (ya da böyle bir yöneticinin ya da grubun darbe ile gücü ele aldığı) çok görülür. Belki yönetim krizlerinin ya da diktatöryel darbelerin cumhuriyetlerde monarşilere göre daha fazla olduğu iddia edilebilir, zira cumhuriyetler monarşilere göre, ülkenin kim tarafından ve hangi yetkiyle yönetileceği konusunda, daha çok belirsizlikler içeren rejimlerdir. Bu belirsizlik seçimler, müzakereler ve belli bir kurumsal ve ahlâkî çerçeve içinde farklı kesimlerin siyasal mücadeleleri ile ortadan kalkar. Cumhuriyetlerin erdemi de kırılganlıkları da bu görece belirsizliktir. Yeri gelmişken Türkiye Cumhuriyeti’nin krizinin en önemli boyutu bu siyasî rekabetin ahlâkî çerçevesinin ortadan kaldırılması değil midir?
Cumhuriyetler dünyası
Bugün dünya üzerindeki 195 ülkenin 159’u isminin bir yerinde “cumhuriyet” terimini taşır. Federal ülkelerdeki cumhuriyetleri (mesela benim yaşadığım Kaliforniya eyaletinin bayrağında Kaliforniya Cumhuriyeti yazar) ya da tanınmamış ama cumhuriyet iddiasındaki hareketleri sayarsak, bu sayı binleri bulur. Bunun dışında kalan ülkelerin çoğu monarşidir ama o monarşilerin de çoğu, İngiltere’de olduğu gibi, tarihinin bir döneminde kuvvetli bir cumhuriyetçi gelenekle sarsılmış, bunun sonucu meşrutî monarşilere dönüşmüş rejimlerdir. Sonuç olarak, diyebiliriz ki son üç yüz yıl tarihin cumhuriyetler dönemidir. Cumhuriyet rejimlerinin unsurları büyük oranda modern insanı şekillendirmiştir: yani halkın (ulusun) egemenlik vurgusu, devletin şu ya da bu şekilde kamunun ortak çıkarını koruma ve temsil etme iddiası, ulusal ya da yerel düzeyde halkı temsil eden parlamentolar, çoğu zaman bir devrimle ortaya çıkan kuruluş etosu, ortak bir yaşam, beraber dönüşme ve değişme iradesi ve tarihî yolculuğunun pratiğini sembolize eden imgeler; ve tabii bazı yerlerde cumhuru temsil ettiğini iddia eden diktatörler, cuntalar ve beraber yaşama iradesini kaybetmiş, kırılmış cumhuriyetler... Ve tabii bir Dünya Cumhuriyeti kurma ideali...
Cumhuriyet’in eleştirel tarihi
Türkiye Cumhuriyeti de cumhuriyetler yüzyıllarının önemli bir safhasında, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulmuştur. Türkiye Cumhuriyeti hangi tarihî tecrübe üzerine nasıl kuruldu, hangi toplumsal, siyasal, ekonomik, uluslararası vs. dinamikler bu kuruluşu şekillendirdi, kurulduktan sonra nasıl dönüştü, nasıl krizlere girdi, bu krizlerden nasıl çıktı? Bu tarihsel sorulara bu denemeler çerçevesinde sistematik olmasa da değiniyorum. Ama bu yazının sonunda başka bir noktanın altını çizmek istiyorum ve şu basit soruyu tekrar sormak istiyorum: Türkiye Cumhuriyeti nedir? Türkiye Cumhuriyeti bir devlet örgütü ve o örgütün ideolojik, bürokratik, törensel, söylemsel unsurlarının toplamı olmanın ötesinde bir toplumsal varoluştur. Cumhuriyet, ilk önce, bir toplumun kendini yönetir bir şekilde bir arada yaşamasından doğar. Cumhuriyet, bir yönüyle bir toplumsal bünyenin egemenliği paylaşarak kendini yönetmesini, diğer yönüyle o bünyeyi oluşturan birey ve toplulukların beraber yaşama pratiğini ve iradesini imler. Devlet, yani halkın onayını almış yürütme otoritesi, halkın temsilcilerinin de bulunduğu merkezî ve yerel parlamentolar, bürokrasi ve yargı, bu bir arada yaşama pratiği ve iradesinin türevi ve sonucudur. O zaman Türkiye Cumhuriyeti tarihi devletin ya da onun kurduğu kurumsal yapının tarihinden ötedir. O aynı zamanda devlet ve toplum arasındaki ilişkilerin tarihine de indirgenemez. Cumhuriyet tarihi ilk önce toplumsallığın tarihi olmalıdır. O tarih Cumhuriyet’i oluşturan insanların beraber yaşama pratiği ve iradesinin yolculuğu ile ilgilidir. Devletin tarihi, ya da devlet-toplum ilişkilerinin tarihi ancak bu toplumsal yolculuğun bir parçası olarak düşünülmelidir. Başarılı bir cumhuriyet, başarılı bir “biraradalıktır”. O zaman eleştirel bir tarih olarak, Cumhuriyet tarihi ilk önce bir arada yaşama pratiği ve iradesinin aksadığı, krize girip yürümediği, insanların beraberlik duygularının kaybolduğu dönemlerin tarihidir. Cumhuriyet tarihi, kuruluş ve kuruluşla şekillenen kurumların nasıl evrildiği sorusunun yanında bu kurumların çerçevesi içinde beraber yaşarken ürettiğimiz çelişkiler; sınıfsal, bölgesel, etnik, dini, cinsiyete ait, nesilsel, vb. gerilimleri ve mücadeleleri de kapsar. Zaten birlikte yaşama tam da bu gerilimlerle, çelişkilerle ve mücadelelerle birlikte gider. Eğer bir cumhuriyet bu çelişki, gerilim ve mücadelelere rağmen, insanların beraberce karar alabildikleri ve ülkenin eşit hissedarı oldukları ve bunu bilip hissettikleri zaman başarılı ise, cumhuriyet tarihinin de bu başarı için bir şeyler söylemesi gerekir.