05 Ekim 2024, Cumartesi Gazete Oksijen
19.03.2021 06:00

Cumhuriyet’in Osmanlı Tarihi

I. Dünya Savaşı’nın ardından Türkiye Cumhuriyeti yeni bir tarih anlatısına ihtiyaç duydu. Kâh Orta Çağ Anadolusunda kâh Orta Asya Türklüğünde geçen bu arayışların hiçbiri tutmadı. 1930’ların sonundan itibaren dön dolaş Osmanlı İmparatorluğu mirası meselesine gelindi...

Türkiye, Osmanlı İmparatorluğu’nun muazzam çöküşüyle beraber 1923’te kurulmuş bir ulus devlet. Osmanlı İmparatorluğu’ndan doğmuş tek devlet değil şüphesiz. Ama onun mirasını kabullenmiş ve zamanla içinde giderek daha fazla yaşatmaya devam etmiş bir ülke. Bugün artık imparatorluk geçmişi çok uzak. Buna rağmen Türkiye’de yoğunlaşmış bir Osmanlı hayâl(et)i geziniyor. Bir imparatorluk mirasını sahiplenmekten çok daha öte... Adeta Osmanlı geçmişi diye tahayyül edilen dağınık imgeler toplumsal ve siyasal hayatın merkezine oturmuş. Siyaset meydanlarında, dış politika tartışmalarında, şehir anıtlarında, dizi filmlerde, ticarette ve tüketim kültüründe, yeme-içme işinde, hatta sporda (Osmanlıspor!) Osmanlı geçmişine olan bu çılgın yoğunlaşmanın, hatta takıntının, nedeni nedir?  Osmanlı İmparatorluğu’nun hâkim olduğu dönemlerdeki hayatı, kurumları ve olayları anlamaya çalışan bir tarihçi olarak (kendime “Osmanlı tarihçisi” dememek için bu uzun tanımlamayı yapmış olabilirim!) yukarıdaki soru tabii ki aklımı kurcalıyor. O zaman haydi Osmanlı tarihinin Cumhuriyet yıllarındaki hikâyesine yerimiz elverdiğince bir göz atalım. 

Kurucu ideoloji kopuş istedi

Bugün Osmanlı imgelerinin bombardımanı altında olsak da, aslında 1920’li ve 30’lu yıllarda, Cumhuriyet’in kurucu ideolojisi imparatorluktan ontolojik olarak kopma çabası içindeydi. Kurumsal olarak Cumhuriyet ile Osmanlı Devleti arasında bir devamlılık vardı kuşkusuz. Buna rağmen kurucu ideoloji yeni bir başlangıç iddiasını ortaya koyuyordu. Ulus devletler tarihin sonsuz karmaşası içinde kendilerine uygun bir tarih elbisesi biçmeye çalışırlar. I. Dünya Savaşı’nın ardından şekillenmeye başlayan yeni dönemde Türkiye Cumhuriyeti de kendini kendi toplumuna ve dünyaya anlatmak için yeni bir tarih anlatısına ihtiyaç duydu. Bu amaçla Cumhuriyet’in kurucu elitleri tarih kongreleri topladı ve Osmanlı geçmişinin ötesinde, bazen bu geçmişin esaretinden kopma dürtüsüyle, yeni Cumhuriyet için bir tarihî anlatı oluşturmaya çalıştı. Cumhuriyet ilk dönemlerinde kendi tarihsel meşruluğunu kâh Orta Çağ Anadolu’sunda kâh Orta Asya Türklüğünde kâh antik çağlarda aradı.  Cumhuriyet’in erken yıllarında bu arayışların hiçbiri tam tutmadı. 1930’ların sonlarından itibaren dön dolaş Osmanlı İmparatorluğu mirası meselesine gelindi. Yaygın kabulün aksine, ben Cumhuriyet’in hâkim tarih anlatısının, Atatürk değil, İnönü döneminde yani 1940’larda oluştuğunu düşünüyorum. 1930’ların tarihî arayışları ne toplumsal ne de entelektüel bir kabul görmeyince, 1930’ların sonunda Osmanlı İmparatorluğu üzerine çalışmalar hızlandı. Atatürk döneminde başlayan Türkiyat tetkikleriyle, Osmanlı müesseseleri üzerine incelemeler bir araya getirildi. Bu sentezin öncülüğünü Fuad Köprülü yapıyordu.

Yerel tarihçilik ivme kazandı

İnönü döneminin kurucu tarihçileri olarak değerlendirebileceğimiz Enver Ziya Karal, İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Ömer Lütfi Barkan ve (edebiyat alanında) Ahmed Hamdi Tanpınar gibi isimlerin oluşturdukları corpus [külliyat] ile Cumhuriyet’in Osmanlı tarihi 1940’lar ve 50’lerin başında şekillendi. Aynı dönemde Osmanlı arşivinde yeni tasnifler yapıldı ve Başbakanlık Osmanlı Arşivi yavaş yavaş araştırmacılara açıldı. Yine 1940’lardaki ilginç bir gelişme, yerel tarihçiliğin ivme kazanmasıydı. Kuvvâ-yi Milliye ve Cumhuriyet’in kuruluş öyküsündeki adeta merkezi devlet tekelinde gedik açan yerel tarih çalışmaları Halkevleri’nin mecmualarını donatıyordu. Yine aynı İnönü yılları İslamiyet ve İslam tarihi üzerine tetkiklerin yoğunlaştığı yıllardır. Büyük İslam Ansiklopedisi’nin Türkiye edisyonu yayınlanır ve aynı zamanda İslam klasikleri Hasan Âli Yücel’in Millî Eğitim Bakanlığı tarafından Türkçeye çevrilir. 1940’ların Türkiyesi’nin Osmanlı tarihçiliği Osmanlı mirasını reddetmez ama onu yüceltmez de. Kendince nesnel ve eleştirel bir bakış oluşturmaya çalışır. Osmanlı İmparatorluğu’nun kurumları incelenir, yıkılışın nedenleri üzerinden Cumhuriyet’in kuruluşu bir çerçeveye oturtulmaya çalışılır. Diğer yandan Cumhuriyet’in Osmanlı tarihine eleştirel bakışı çerçevesinde Osmanlı döneminin tarihçilerinin görüşleri de Cumhuriyet dönemine aktarılır. Bir anlamda Osmanlı İmparatorluğu’nun “yükselişi, gerileme ve çöküşü” anlatısı üzerinden Osmanlı devlet elitlerinin arasındaki hâkim eleştirel görüşler, Cumhuriyet’in Osmanlı tarihçiliğine entegre olur. Bunlar olurken, arşiv üzerinde yoğunlaşan çalışmalar, Osmanlı dönemi edebiyat tarihçiliğinden (yani Köprülü ekolünden) yavaş yavaş kopar. Edebiyat tarihçiliği, folklor ve Osmanlı tarihçiliği ayrı kulvarlara girer. Bu dönemde Cumhuriyet’in Osmanlı tarihçiliği, Osmanlı İmparatorluğu’nun idarî kurumları ve tabii ki siyasi olayların, diplomasi ve savaşlar anlatısının hâkim olacağı bir tarihçiliktir.  
Ali Yaycıoğlu çizdi: “Tarih ve zaman arasında”
Ali Yaycıoğlu çizdi: “Tarih ve zaman arasında”
1953 belki de önemli bir dönüm noktasıdır. Demokrat Parti yönetiminin şevkle tasdiklediği İstanbul’un fethinin 500. yıl kutlamaları Osmanlı geçmişine ayrı bir ilgi uyandırır. Türkiye sağının farklı kesimlerinin Osmanlı tarihinin “kadim medeniyetine” yoğunlaşan ilgileri çerçevesinde, 1932’de müzeye çevrilen Ayasofya’nın tekrar camiye dönüştürülmesi tartışmalarının başlaması da bu yıllara rastlar. Diğer yandan akademik tarihçilik hareketlenir ve Türkiye’nin NATO’ya girmesinin ardından ABD ile akademik ilişkiler kurulur. 1950’ler, Cumhuriyet’in Osmanlı tarihçiliğini uluslararası mecraya taşıyacak olan Halil İnalcık’ın da olgunlaştığı yıllardır. Halil İnalcık’ın Columbia ve Harvard’da ABD akademisiyle tanışması, 1948’de üniversiteden atılan Niyazi Berkes’in Montreal’de McGill Üniversitesi’nde ve Pertev Naili Boratav’ın Paris’te yeni akademik hayatlarına başlamaları da bu zamanda denk gelir. Aynı yıllarda anayasa hukukçuları Osmanlı tarihine ilgi duymaya başlar. 1961 anayasasının yazımına katılan birçok hukukçu Osmanlı devletinden Turkiye Cumhuriyeti’ne bir anayasal anlatı kurma işine girişir. Bu tarihçiliğin etkisi hukuk ve siyasal bilgiler fakültelerinde 1980’lere kadar devam ettirecektir.    1960’lar ve 1970’lerde yükselen solun Marksist tarih anlatısıyla Osmanlı tarihçiliğini sarstığını görürüz. Asya Tipi Üretim Tarzı (ATÜT) ve feodalizm tartışmaları belki gereğinden uzun sürmüştür ama Osmanlı tarihi artık Türkiye solunun bir meselesidir. Marksizm akademik tarihçiliğe hâkim olmasa da oraya da ulaşır. 1960’lardan itibaren siyasî ve idarî tarihçilik yavaş yavaş yerini Marksizmden esinlenmiş bir sosyal-ekonomik tarihçiliğe bırakır. Herkesin aklında geri kalmışlık/bırakılmışlık tartışmalarının dolaştığı günlerde Reşat Ekrem Koçu ise günlük hayatın ve isyancıların tarihini yazarak Osmanlı dünyasını Osmanlı devletinden ayrıştırır ve başka bir okur kitlesine ulaştırır. Aynı zamanda Osmanlı nizâmının bir “kerim devleti” mi yoksa sermayenin birikmesine izin vermeyen bir “despotizmi” mi olduğu tartışmalarına paralel olarak, Osmanlı tarihi roman ve şiirin de önemli bir teması olur. Kemal Tahir Devlet Ana’yı yazar, Atilla İlhan’ın Divan şiiriyle buluşur.   Türkiye sağı ise aynı dönemde aslında Osmanlı öncesine daha çok ilgi duyar. Marksistlerin ATÜT-feodalizm tartışmaları gibi, o cenahta Osman Turan ve İbrahim Kafesoğlu arasındaki Türk-İslam sentezinin niteliği üzerine atışmalar Aydınlar Ocağı mensuplarını uzun süre meşgul eder. İlginçtir, 1960 ve 70’lerde akademide Osmanlı tarihçiliği Kemalist ya da sol tarihçilerin etkili olduğu bir alanken, Genel Türk Tarihi milliyetçi-mukaddesatçı sağındır artık. Yine de Necip Fazıl’ın genç anti-komünist milliyetçi-mukaddesatçı öğrencilerin hayallerini kışkırtan Ayasofya davası daha sonra da Abdülhamit’in ruhunu çağırdığı toplantılar, bugünün iktidarının tarih imgelerinin tohumlarını atmaktadır. Diğer yandan Weberci din sosyolojisinden bir eleştiri yükselir. Sabri Ülgener, ardından Şerif Mardin, İslam ve kültür analizi üzerinden farklı bir Osmanlı tarihi okuması ve Cumhuriyet tarihi eleştirisi getirir. Bu arada Türk sağını çok heyecanlandıracak solcu İdris Küçükömer’in düzenin yabancılaşması tezi ortalığı kasıp kavurur. Bu dönem yine düşünce dünyasını muhtemelen gereğinden fazla meşgul edecek merkez-çevre kuramının da şekillenmeye başladığı dönemdir.  1980 darbesi, tarihçilik alanındaki bu baş döndürücü yoğun tartışmaları bitiriverir. 1980’ler inkılap tarihçiliği meselesi ile karşı karşıya kaldığımız yıllardır. Askerî rejim yeni bir Cumhuriyet tarihi kurmaktan ziyade, var olan tartışmaları bastırıp üstünü kapatan, daha çok ne anlattığı değil, neyi sansürlediği ile ilginç olan bir tarih anlatısı kurar. Burada aynı zamanda Tarih Kurumu içindeki mücadeleleri görürüz. Ardından alternatif bir kurumun, Tarih Vakfı’nın kuruluşuna şahit oluruz. Bu arada 1972’de ABD’ye giden Halil İnalcık çoktan Chicago Üniversitesi’ndeki öğrenciler yetiştirmeye başlamıştır. Halil Hoca ile beraber, ABD ve Kanada’da Osmanlı tarihçiliği dünya tarihçiliği ile ilişki içinde yeni bir maceraya yelken açar. Türkiye’den, ABD ve Kanada’ya Osmanlı tarihi doktorası yapmaya giden birçok genç 90’lardan itibaren akademik Osmanlı tarihçiliğinin derinden dönüşümünde etkili olacaklardır. 1990’ların Türkiyesi’nde tarihçilik, bir erken Cumhuriyet/Kemalizm eleştirisi (aynı zamanda Cumhuriyet’in Osmanlı tarihi eleştirisi) üzerinden şekillenir. Bu eleştiri bir yanıyla Şerif Mardin ve öğrencilerinin İslam ve kültür meselesi üzerine etkili çıkışları, diğer yandan Avrupa ve ABD’deki kolonyalizm ve oryantalizm sonrası tarih ve edebiyat eleştirileri ile iç içe geçer. 1990’lardaki siyasî ve ekonomik buhran bu Cumhuriyet eleştirilerine derinlik katmaktadır. İşte tam o dönemde İslamcılık da Türk-İslam Sentezciliği ve Necip Fazılcılıkla olan bağlarını gevşetir ve bu yeni Cumhuriyet eleştirisine katılır. Sol, liberal ve İslamcı çevreler arasında Kemalizm eleştirisi üzerinden entelektüel bir diyalog kurulurken, milliyetçi ve Kemalist çevreler bu diyaloğun dışında kalır.  2000’li yıllarda AKP iktidarının tarih anlatısı işte tam da bu Cumhuriyet/Kemalizm eleştirisi üzerine kurulacaktır. Ama daha önemlisi Cumhuriyet’in eleştirisi üzerine kurulacak olan bu yeni ve iddialı siyasal iktidar, kendini Osmanlı tarihi ile ilişkilendirmeye başlayacaktır. Gelecek yazıda 2000’li yılların yüksek dozlu Osmanlı tarihini ele almak üzere bu yazıyı burada sonlandıralım.