22 Kasım 2024, Cuma Gazete Oksijen
28.05.2021 08:00

Kriz üzerine birkaç soru

Acaba bu yoğun kriz Türkiye’nin köhnemiş kurumsal yapısının Soğuk Savaş sonrası dünyanın içinden geçtiği belirsizlik karşısında yalpalaması, sonra kendine yeni yol bulmaya çalışıp bunu becerememesi ile mi ilgili? Cumhurbaşkanlığı sisteminin bu türbülansı durduramadığı ve istikrarlı bir rejim tesis edemediğine, tam aksine türbülansı iyice artıran bir etki yarattığına tanık olduk. Peki o zaman bu durumdan nasıl çıkacağız? Yoksa bu, Türkiye’yi dönüştürmek isteyen bir siyasi hareketin direnişle karşılaştıktan sonra girdiği karmaşık ittifak ilişkileri ve mücadeleler sonucu devlet ve toplum içindeki ve uluslararası sahadaki gerilimin sonucu mu?

Oksijen’de önceki yazılarım yakın tarih üzerine bir dizi denemeye dönüştü. 1990’lardan başladım, geçen haftaki yazıda 15 Temmuz darbe teşebbüsüne kadar geldim. Aslında Oksijen’in teklifini kabul ettiğimde aklımdan böyle bir yazı dizisi geçiyordu dersem doğru söylemiş olmam. Evet, ilk yazıda ifade ettiğim gibi, iki asır önce meydana gelen küresel çaptaki altüst oluşu çalışan bir tarihçinin içinden geçtiğimiz bu küresel altüst oluş hakkındaki gözlemlerinin ilginç olabileceğini düşünmüştüm. Ama ben Oksijen’de yazmaya başlayalı son birkaç aydır Türkiye’de tanık olduğumuz baş döndürücü olaylar beni Türkiye’nin son 20 yılını daha sistematik olarak anlamlandırma çabasına itti. Özellikle 2007 sonrasından itibaren, gelişen olayların yoğunluğunu ve dramatikliğini yazdıkça, ben de dehşete düştüm.

Etkisi artan sarsıntı  

Ergenekon, Balyoz ve diğer yargı savaşlarından e-muhtıraya; Gezi Direnişi’nden 15 Temmuz’a; AKP’nin anlaması ve anlatması çok güç olan Gülenci yapılanma ile kurduğu ittifaktan bu ittifakın yıkılmasına; çözüm surecinin başlayıp çöküşüne; Hrant Dink ve Tahir Elçi cinayetlerinden Kobane ve Hendek olaylarına; “başa çuval geçirme” vakasından Rus uçağını düşürüp, ardından Rus büyükelçisinin öldürülmesine; “one-minute”ten “Emevî Camii’nde namaz kılacağız”a; 367 krizinden AKP’nin kapatılma davasına; “yetmez ama evet” kampanyasından rejim değişikliğine yol açan “atı alan Üsküdar’ı geçti” referandumuna; Hürriyet baskınından Pelikan vakasına; Suruç ve Ankara Garı katliamlarından Atatürk Havalimanı ve Reina saldırılarına; KHK’lı barış akademisyenlerinden kayyumlara; MİT tırları ve Cumhuriyet davalarından Demirtaş ve Kavala davalarına; Ege kıyılarına cesetleri vuran mültecilerden Türkiye’deki Suriyeli mültecilere ve onlara karşı yükselen ırkçı tepkiye; F-35 krizinden S-400 krizine; Trump’ın Rahip Brunson mektubundan Ermeni Soykırımı’nın ABD Başkanı tarafından resmî olarak dillendirilmesine; Adalet Yürüyüşü’nden 31 Mart seçimlerinin iktidarca kabul edilmemesine; kılıçla okunan bir hutbeyle Ayasofya’nın yeniden cami olmasından emekli amiraller bildirisine; Korona salgınındaki yalpalamadan yaşadığımız ekonomik krize... ve en son Sedat Peker ifşaları ile ülkedeki etkisi giderek artan sarsıntıya...   “Dur yeter artık” dediğinizi duyar gibiyim. Ama bu listeyi kolayca iki hatta üç katına çıkarmak da mümkün. 15 yıla sığan bu baş döndürücü yoğunluktaki olayları bir bütünlük içinde birbiriyle ilişkilendirerek anlamak hiç kolay değil. Tabii böyle bir çaba için küresel, bölgesel ve Türkiye ölçekli yapısal değişimlere ya da siyasi, ekonomik ve teknolojik alanlardaki kurumsal dönüşümlere ve konjonktürel sıçramalara kafa yormak gerekir. Farklı toplumsal hareketleri ve farklı kesimlerin siyasal tercihlerindeki değişimleri, yaşanan sınıfsal şekillenmeleri ya da ekonomik ve siyasi alanda, hatta meşruluk ve gayrimeşruluk sahalarını ayıran ince sınırdaki kâh genişleyip derinleşen kâh daralıp dağılan ilişki ağlarını incelemek icap eder. Önümüzdeki dönemde Türkiye’nin yaşadığı bu tecrübeyi -adına ister “süregiden bir kriz” ister “altüst oluş” deyin- anlamlandırıp kapsamlı bir tarihsel çerçeveye yerleştirmek, bu ülkenin geleceği için çok önemli olacaktır.  

Tarihi dönemeçte infılak

Sanırım 2007’den beri içinden geçtiğimiz bu türbülans ile ilgili birçok soru bizi meşgul edecektir. Bunlardan ilki bu kadar dramatik olayın böyle kısa bir döneme sıkışmasının nedeni nedir sorusudur. Bu birbirinden bağımsız birçok mesele nasıl oldu da bir araya geldi? Bu bir araya geliş bir tesadüf değil mutlaka. Ama acaba bu durum dünyayı sarmalayan bir küresel krizin Türkiye’deki iz düşümü mü, yoksa Türkiye tarihinin derinlerinden gelen birçok meselenin birikip bir tarihî dönemeçte infilak etmesinin bir sonucu mu?  Yavaş yavaş somutlaştıralım: Acaba bu yaşanan yoğun kriz Türkiye’nin eskimiş ve köhnemiş kurumsal yapısının Soğuk Savaş sonrası dünyanın içinden geçtiği belirsizlik karşısında yalpalaması, daha sonra kendine yeni bir yol bulmaya çalışıp bunu becerememesi ile mi ilgili? Yoksa bu Türkiye’yi dönüştürmek isteyen bir siyasi hareketin belli bir direnişle karşılaştıktan sonra girdiği karmaşık ittifak ilişkileri ve mücadeleler sonucu ortaya çıkan devlet ve toplum içindeki ve hatta uluslararası sahadaki yoğun gerilimin bir sonucu mu? Yine aynı minvalde şu soruyu sormak sanırım uygun olur: Acaba bu fırtınanın durulmak yerine iyice sertleşmesi -ki fırtınanın bir süre daha artarak devam edeceğini kolayca öngörebiliriz- bir siyasi tercih mi, yoksa istem dışı kaçınılmaz bir sonuç mu? Eğer bu fırtına kaçınılmaz ise, hangi aşamada kaçınılmaz olmuştur?  Haydi biraz daha somutlaştıralım: 2017’de kurulan Cumhurbaşkanlığı sisteminin bu türbülansı durduramadığı ve istikrarlı bir rejim tesis edemediğine, tam aksine türbülansı iyice artıran bir etki yarattığına tanık olduk. Peki o zaman bu durumdan nasıl çıkacağız? Ya da acaba bu fırtına ne zaman durulacak ve durulduğu zaman neyle karşılaşacağız? Bu fırtınadan çıktığımızda muhtemelen sudan çıkmış balığa döneceğiz. Peki o zaman karşımızda büyük bir moloz yığınına dönüşmüş bir ülke mi bulacağız? Yoksa hızlıca toparlanacak, hatta bir anda geçmişi unutturacak (1980 darbesinden sonra bir anda Türkiye’nin yaşadığı geçici amnezyayı hatırlayalım) bir restorasyon mu yaşayacağız?  Tabii aslında her restorasyon iddiasının aksine yeni bir sistemdir. Ama eğer restorasyon yaşanacaksa, acaba bu restorasyon Türkiye’yi gerçekten toparlayacak mıdır (mesela kutuplaşmayı ortadan kaldırıp toplumsal barışı sağlayacak mı?), yoksa halledilememiş birçok sorunu yeniden üretip Türkiye’yi onu bekleyen başka bir krize mi hazırlayacaktır? Peki Türkiye’yi bir dahaki krize hazırlayacak bir restorasyon yerine acaba yeni bir toplum sözleşmesi ve yeni bir kamu düzeni kurmanın imkânları önümüzde var mıdır?  Böyle bir imkânı düşünmek, bir an önce buna hazırlanmak gerekmez mi?  Geçen yazıda 15 Temmuz hakkında bazı gözlemlerimi ve tespitlerimi yazmıştım. Bu yazıda hikâyeye devam etmek yerine kafamdaki bazı soruları okurlarla paylaşmak istedim. Son video savaşları ile Türkiye’nin içinde debelendiği girdabın son yıllarda iyice derinleştiğini ve şiddetinin artığına tanık oluyoruz. Bu hafta bu sorularla yetinelim. Bazen sorular cevaplardan daha düşündürücü olabiliyor. Gelecek hafta 15 Temmuz Türkiyesi’ni analiz etmeye başlayalım.
Buraya sevgili Saadet Özen’in bu resim için sorduğu soruları ekliyorum: “Merak ettim, Ali’nin bu şehrinde zamanla araları nasıl? Şafak söküyor mu, akşam oluyor mu? Zamanı kaç birimle ölçüyorlar?”
Buraya sevgili Saadet Özen’in bu resim için sorduğu soruları ekliyorum: “Merak ettim, Ali’nin bu şehrinde zamanla araları nasıl? Şafak söküyor mu, akşam oluyor mu? Zamanı kaç birimle ölçüyorlar?”
Ali Yaycıoğlu
Ali Yaycıoğlu