Bu hafta yaşananlara bakılınca hukuki gibi görünen meselelerin, hukukçuların tartışması ve yorumlaması gereken hukuki durum, ilke ve kurallar meselesi olmadığı açık. Yaşananların hukukçuların yorumlayacağı sınırları çoktan geçtiğimizi görmemiz lazım. Siyasi gerilimin artacağını, iktidar blokunun daha da sertleşeceğini bekliyordum ama bu kadar kısa aralıkta, bu kadar çok germe hamlesini de itiraf edeyim ki beklemiyordum. Türkiye freni patlamış bir halde hızla demokrasinin tersi yönde gidiyor. Buzlu bir yolda gidiyoruz, herkes kayacağımızı ve bariyerlere vuracağımızı biliyor ama kaygan yoldan çıkabilmek veya doğru yola geçebilmek için yön değiştirebilmek de mümkün görünmüyor. Çarşamba günü TV ekranlarında milyonlarca vatandaş gibi ben de TBMM’deki görüntüleri seyrettim. Gergerlioğlu’nun kararlı ve haklı feryadına ifadesiz yüzleriyle kayıtsızca bakan boş sıralarda oturan az sayıdaki iktidar milletvekillerinin bile savunamadığı bir durum vardı karşımızda. Meclis İdare Amiri sıfatını taşıyan bir AKP milletvekili de Gergerlioğlu’nu yaka paça Genel Kurul’dan atmak için üstüne yürüyordu. Utandım. Hepimiz için, koltuklarında oturan diğer milletvekilleri için, böyle bir oturumda bile olmaya tenezzül etmeyen diğer milletvekilleri için utandım. Bu ülkenin bu görüntülerin benzerleri yaşamayı, hele tekrar tekrar yaşamayı hak etmediğine yürekten inandığım için utandım. 1994’te DEP milletvekillerinin Meclis’ten çıkarılıp tutuklanmalarının, 1998 yılında Refah Partisi milletvekili Merve Kavakçı’nın Meclis’te karşılaştığı tavrın utancını unutamamışken, 27 yıl sonra aynı şeyleri tekrar yaşamaya mahkum olmanın hayal kırıklığıyla kahroldum. HDP Kocaeli Milletvekili Ömer Faruk Gergerlioğlu hakkındaki kesinleşmiş yargı kararı TBMM Genel Kurulu’nda okundu. Kararın okunması ile Gergerlioğlu’nun milletvekilliği düşürüldü. Gergerlioğlu’nun sosyal medyadan yaptığı bir haber paylaşımı nedeniyle “terör örgütü propagandası» suçlamasıyla 2 yıl 6 ay hapis cezasına çarptırılmıştı. Dikkat edin hırsızlık, yolsuzluk yaptığı için değil, kadına şiddet uyguladığı için değil, cinayet işlediği için değil bir internet sitesindeki haberi sosyal medyada paylaştığı için mahkum oldu ve milletvekilliği düşürüldü. Bu karardan birkaç saat sonra da Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı, HDP’nin kapatılması istemiyle Anayasa Mahkemesi’nde dava açtı, iddianameyi yüksek mahkemeye gönderdiğini kamuoyuna duyurdu. Başsavcının açıklamasından anlıyoruz ki HDP’ye yöneltilen suçlamalar arasında, “devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmayı ve ortadan kaldırmayı amaçlamak” da yer alıyor. Yine biliyoruz ki HDP’li 9 milletvekilinin fezlekeleri de Meclis komisyonunda tartışılmayı bekliyor. Yine Çarşamba günü Boğaziçi Üniversitesi’ndeki ‘Şahmeran figürlü LGBTİ+ bayraklı Kâbe görseli’ soruşturmasında 7 öğrenci hâkim karşısına çıktı. Ve yine aynı gün İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu, eski Ordu Valisi Seddar Yavuz’a hakaret ettiği iddiasıyla açılan davada suçlu bulundu. Bir güne sığan yargı kaynaklı bu gelişmelere bakarak iktidarın siyasi alanı daraltma, muhalefeti sindirme hedefli hamleleri bunlar diyebilirdik. Ama bundan ötesi var bence. Dört gün önceki bir başka haber de şuydu: Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu, okullarda öğrenci andının okunmasını sona erdiren MEB yönetmeliğini iptal eden Danıştay kararını bozdu. Bu karar sonrası okullarda artık andımız okunmayacak.
Bir güne sığan gelişmelere bakarak, bunlar iktidarın muhalefeti sindirme hamleleri diyebilirdik. Ama ötesi var bence...Gergerlioğlu ve HDP’ye kapatma hamlelerini bu kararla beraber değerlendirdiğimizde bir yorum şu olabilir: Ak Parti çok uzun süredir “Kürt yurttaşların meselelerini çözdük ama Kürt meselesi kılıfına sokulmuş terör meselesi var” diyor. Andımızın kaldırılmasıyla Kürt yurttaşlara selam gönderilirken, Gergerlioğlu ve HDP’nin teröre destek amaçlı siyaset yaptıkları iddiasının güçlendirilmesi hedefleniyor. Yani Danıştay kararı da Gergerlioğlu kararı da HDP kapatma davası da Erdoğan’ın kontrol ettiği hamleler. Ama tek açıklama bu olmayabilir de. Danıştay kararı Erdoğan’ı milliyetçi temelde sıkıştırma amaçlı çıkarılmış da olabilir. Bu kararın iktidar bloğunu oluşturan zihni ittifakın diğer temsilcilerinin Erdoğan’ı bir patikaya doğru itekleme hamlesi olması da mümkün. Eğer bu gelişmeleri yalnızca kendi iç siyasetimiz içinden değerlendirirsek bu iki ayrı okuma mümkün. Ama beş gün önce gelen şu haberi de dikkate almak gerekir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarının uygulanışını denetleyen Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi, üç yılı aşkın süredir cezaevinde tutulan Osman Kavala’yı daimi gündemine aldı. Kavala konusu bundan böyle sadece AİHM gündemli toplantıların değil, tüm Bakanlar Komitesi toplantılarının gündemine eklenecek. ABD ile bir dizi gerilim, AB ile itiş kakış ve zoraki yürüyen ilişki penceresinden bakıldığında Gergerlioğlu ve HDP kapatma davasının açılması hamlelerinin Batı’da ne tür tepkileri tetikleyeceğini iktidar düşünmüyor olabilir mi? Hem de sıcak para ihtiyacı nedeniyle damat bile feda edilip, faizler yükseltilerek yabancı paraya kapı açılmaya çalışırken bu hamlelerin ne riskler içerdiği görülmüyor olabilir mi? Belki de iktidar bloğu veya ittifakın bazı aktörleri Türkiye’nin “sizinle oynamayacağım artık” demesi yerine AB ve ABD’nin “biz seninle oynamıyoruz artık” demesini ve ilişkilerin tümden kesintiye uğramasını hedefliyor. Ya da iktidar bloğu tümüyle otoriter bir rejim inşasına yöneldi ve bu uğurda her türlü hamleyi yapmaktan, her türlü riski göze almaktan kaçınmıyor. Yine bu hafta Muharrem Sarıkaya’nın yazısından öğreniyoruz ki, iktidar seçim kanununda da değişiklikler planlıyormuş. Örneğin kanuna göre “il merkezinde görev yapan en kıdemli hâkim” otomatik olarak il seçim kurulu başkanı, ardından gelen ikinci ve üçüncü kıdemli hakimler il seçim kurulu üyesi olurken, değişiklikle Yüksek Seçim Kurulu’nun il seçim kurullarını belirlemesi öngörülüyormuş. Bu değişikliğin önemi ve gerekçesini yine Sarıkaya’nın yazısından öğreniyoruz. “Kanun’un bu hükmü son yerel seçimde İstanbul’da iktidar açısından büyük soruna yol açtı. O tarihte en kıdemli hakim olan il seçim kurulu başkanı zor günler geçirdi, kendisinden sonra gelen en kıdemli kadın hakim de mazbatayı İmamoğlu’na verdi. İktidar kesimi bu durumdan, konuyu YSK’ya taşıyıp seçimi iptal ettirerek çıkmaya çalıştı, ancak bu daha büyük bir oy kaybına neden oldu. Bir daha benzer sorunla karşılaşmamak için kanunda il seçim kurulu başkanlığına en kıdemli hakimin gelmesine ilişkin hükümde değişiklik yapılması planlanmış. Bunun yerine YSK’nın il seçim kurullarını belirleme hakkına sahip olacağına yönelik düzenlemeye gidilmek istenmiş. Henüz kanun teklif taslağı olmadığı için bunun kesinlik kazandığını söylemek olası değil.” İktidar bir yandan seçimleri kaybetmeyeceği bir kurallar dizisi tasarlamaya, geçen haftaki yazımda değindiğim gibi seçimlerin yönetimi sürecine dair yeni düzenlemeler yapmaya diğer yandan da siyasi alanı daraltmaya çalışacak. Ama bu hafta yaşananların bunlardan öte anlamı var bence. Türkiye’nin dünyayla ilişkilerinin onarılması çok güç gerilimlere dönüşmesinden Kürtlerin siyasi alanın dışına çıkmaya ya da Kürtlerin seçimleri boykot etme tercihine doğru zorlanmasına kadar bir dizi hesap tahtada yazılı belli ki. Bilemediğimiz zihni iktidar bloğunun içindeki görünen, görünmeyen hangi aktörlerin hangi hamlelerin sahibi olduğu, ya da tüm hamlelerin tek bir otoriteden yönetilip yönetilmediği. Elbette daha kısa ve net soru, kimin, kime hangi tuzağı kurmakta olduğu. Çarşamba günü akşam haberlerini dinlerken bir başka haber dikkatimi çekti. Erzurum’da bir iş ilanına başvuru için yüzlerce kişinin sosyal mesafeyi dikkate almadan beklediği kaldırımda TV muhabiri bir genç kıza virüsün bulaşması riskini soruyordu. Genç kızın cevabı şu oldu: İnsan açken virüse bakar mı? Başta söz ettiğim utanca geri dönerek not etmeliyim. Siyasi meselelerimizi siyasetle değil şiddetle, yasakla, kapatmayla, tutuklamayla çözmenin dışındaki yolları inşa edememiş olmak yalnızca birkaç kişinin ya da bir partinin değil hepimizin beceriksizliği olsa gerek. İnsan açken virüse bakar mı diyen genç kızımızı ve 20 milyon gencimizi onurlu bir gelecek vaadi olmayan bir ülkede yaşatıyor olmak da hepimizin sorumluluğu olsa gerek. Bu memleketin geleceğini düşünen herkesin unutmaması gereken, tarihin hep ileriye doğru akacağı. Önce bunu sağlayacak bilgiyi, enerjiyi ve siyaseti üretmek gerek. Umudu inşa etmek gerek. Yoksa kimin, kime tuzaklar kurduğunu bilemediğimiz bir oyun planında umutlarımız telef olacak, hayal kırıklıklarından, utançlardan kurtulamayacağız.