22 Kasım 2024, Cuma Gazete Oksijen
26.03.2021 06:00

‘Bilinmeyen Bodrum’da 9 saat

Bu yazıyı okuduktan sonra hangisini yapacaksınız: Aslında imkanlarınız olsa bile “Ne güzel yerler var, bir ara gitmek lazım” deyip sayfayı mı çevireceksiniz, yoksa “Hadi hangi günü ayarlıyoruz” diye planlara mı başlayacaksınız? Üstelik tam da dağlarına bahar gelmişken Bodrum’un…
SAAT 09.00 AKYARLAR-GÜRECE İSTİKAMETİ SOLUNUZ VOLKANİZMA, SAĞINIZ LELEG YOLU Bodrum’un güney ucu Karaincir’den Dodge marka yedi koltuklu dört çekere atladık ve daha birinci dakikada rehberimiz Deniz Kılıç anlatmaya başladı: “Şu anda solumuzda önünden geçtiğimiz tepelerdeki bütün kaya parçaları 3 milyon yıl önceki volkanik püskürmelerden soğuyan lav akıntıları.” Öyle havada duranları var ki buradan ne zaman geçsek üzerimize yuvarlanacaklarmış gibi gelir, diyorum. “Bir gün olabilir tabii” diyor Kılıç, “Akyarlar’a özel bir yüzey şekli bu. Bodrum yarımadasında böyle bir lav akıntısı görüntüsü başka yok. Şimdi sizi bunun asıl kaynağına götüreceğim.” Bizans’tan kalma Aspat limanını epey arkamızda bırakıp Gürece’de Mandıra mevkiinden sapıyoruz. Karşımıza hemen Termera antik kentinin savunma duvarları çıkıyor. Bodrum böyle bir yer zaten. Adımınızı attığınız anda mutlaka bir antik kentin kıyısından köşesinden geçiyorsunuz. Buna da “antik Leleg yolu” deniyor. İlk mola verdiğimizde Leleg yolunu soracağım, ama biz şimdi sanki Gürece’nin tepesinden Turgutreis’e atlayacakmış gibi duran dik bir noktaya varıyoruz. Aracı bırakıp beş dakika daha rampa çıkıyoruz. Eteklerimizde Kefaluka, ufkumuzda Kos, dairesel ve çukur bir alanın içine giriyoruz bir anda. Tüm etrafımız değişik görünümde kayalarla sarılı. “Şimdi 360 derece bakın buraya” diye uyarıyor Deniz Kılıç. Hemen bir çanağın içinde olduğumuzu anlıyoruz. Kılıç anlatıyor: “Haritayı açıp volkan arıyorsunuz, yok öyle bir şey. Ama jeolojiyle alakalı birtakım bilimsel raporlar okudum ve sonunda ‘Bodrum Volkanizması’ denen yerin burası olduğunu anladım. Zaten bir benzerini de Ngorongoro’da görmüştüm; Tanzanya’da, Serengeti’nin hemen yanında. Orası da patlama sırasında bacası uçmuş bir krater. Aynı oradaki gibi bu etrafımız da patlamada donmuş kalmış magmatik kayaçlar. Kimse Bodrum’da böyle bir coğrafya beklemiyor, biraz Kapadokya havası veriyor insanlara. Ayrıca işin bir başka güzel yanı şu an biz buradan aşağıya kadar antik Leleg yolu rotasının üzerindeyiz. Coğrafya-tarih Yarımada’nın her yerinde iç içe ve benim ‘Bilinmeyen Bodrum’ adını verdiğim şey tam da bu işte.”
Bodrum Volkanizması
Bodrum Volkanizması
SAAT 11.30 DEDELER MEVKİİ KİM KOYDU BU İKİ PİRAMİT’İ BURAYA? Ortakent-Yahşi’yi geçtikten sonra Yakaköy’den girip, şimdi git bul deseniz bulamayacağım bir yerde, tabelasında “Dedeler” yazan eski bir köy alanına varıyoruz. Yeşilliklerle kaplı arazinin içinde önce birkaç eski taş evden başka hiçbir şey görmüyorsunuz. Ama onları geçip patika bir yolda, küçük dere sularını da aşarak devam ederseniz birden karşınıza anlaması zor bir şey çıkıyor: Yan yana yapılmış iki piramit! Sanki uzaydan gelip bırakılmış gibi… Ağzınız açık öyle bakıyorsunuz “Bu ne” diye… Hemen dibinde de muhteşem bir meşe ağacı. Kim bilir kaç asırlık… Rehberimiz Deniz Kılıç “Avram Galanti 1945’te basılan ‘Bodrum Tarihi’ kitabında bu piramitler için ‘türbe’ diyor. Günümüzde de büyük olasılıkla Menteşeoğulları döneminden kalma türbeler olarak kabul ediliyor. 400, en fazla 500 yıllık oldukları tahmin ediliyor” bilgisini veriyor. Peki ama niye piramit; kim inşa etti; bu kadar değer verdikleri ölüleri kimdi; burası bir Alevi köyü müydü; kesin tarih ne? Daha fazla bilgi için bilimsel araştırma şart, ama önünde bir tabela bile yok diye söylenirken Kılıç, “Bir de şuraya bakın” diyor: Karya döneminden kalma üç kişi için yapılmış bir kaya mezarı! Ayrıca etrafta başka antik taş kalıntıları… “Büyük olasılıkla Karya’lıların nekropol alanıydı burası” diyor Kılıç. Bodrum’un aynı metrekarelerinde tahmini iki bin yıl arayla yapılmış iki anıt mezar ve iki farklı insan kültürü: Biri değer verdiği ölüsünü koymak için kayayı oymuş, diğeri piramit yapmış. Acaba bizim için de yüzyıllar sonra “Tarihi anıt mezarları araştırmak yerine beyaz kireçle boyayan farklı bir insan kültürü, incelemek lazım” diyen çıkar mı?
Piramit
Piramit
SAAT 12.30-15.00 ÖREN AVLU ZİRVESİ YAŞAR KEMAL OLSA DA TASVİR ETSE Kuzey’de Yalıkavak, Güney’de Bitez; haritada tam ortasına parmağınızı koyun, orası Dağbelen. Bir arkasında Girelbelen. Bodrum’un en yüksek yeri Girelbelen’in de arkasındaki Oyuklu Tepe, 690 metre. Ama Deniz Kılıç’ın arabayı Dağbelen’de bırakıp bizi çıkardığı Ören Avlu tepesinin de bence çok aşağı kalır bir yanı yok. Zaten “belen” dağlık sarp yer demek. Burası aynı Girelbelen gibi antik Leleg yolunun içinde. Bir adım atıyorsunuz karşınıza sağa sola dağılmış, üzerinde belli bir işçilik izi olan taşlar çıkıyor. Rehberimiz Kılıç bize aslında orada nasıl bir yerleşim alanı olduğunu anlatıyor. Biraz daha tırmanıyorsunuz bu kez çalıların arasına saklanmış kemerli bir taş yapı görüyorsunuz, Deniz Kılıç batonuyla üzerinde gösteriyor, “Buraya kadar olan antik dönem, bunun üzeri Bizans” diye. Neye bakıp bu tespitler yapılmış derseniz, öncelikle taş işliğine… En kabaca ölçü şu: Arada harç olmadan yığma taş kullanıldıysa Leleg dönemi, kaya oyarak bir işçilik yapıldıysa Karya dönemi, işin içine kiremit girdiyse Bizans ve sonrası. Çam ağaçlarıyla kaplı yeşilliklerin arasında bu parkura özel patikalar açılmış, kırmızı beyaz boyanmış kayalar size yürüyüş rotanızı gösteriyor. Tatlı tatlı yükselen bir toprak yoldan yürüyoruz, o yüzden zirvesine vardığınızda bile kendinizi yorgun hissetmiyorsunuz. Zaten o en tepede öyle bir vurgun yiyorsunuz ki yorgun muyum değil miyim diye kendinizi dinlemeye sıra gelmiyor. Bana İstanbul’da Anadolu Kavağı’ndaki Ceneviz kalesinden gördüğüm manzarayı hatırlattı burası. Nasıl orada sola bakınca Marmara’ya açılan Boğaz’ı, sağa bakınca Karadeniz’i görüyorsanız, burada da sadece bir boyun hareketiyle solda Bitez, muhteşem Adaboğazı manzarası, ufkunuzda Datça’yı, sağda bütün bükleri, Gündoğan’ı, Küdür’ü ve onların arkasında da Didim’i görüyorsunuz. Bütün Yarımada ayaklarınızın altında, ama Yaşar Kemal değilim ki, bu tabiatı size tasvir etmeyi becerebileyim… Sizin bir saatlik yeşil patikalardan geçmeniz; elinizi uzatsanız tutacakmış gibi duran masmavi gökyüzünün altında yüzünüze vuran o rüzgarı hissetmeniz lazım. -Bir sağlık engeli yoksa- Ören Avlu’ya mutlaka sizin çıkmanız lazım. İndiğinizde artık kafanızdaki Bodrum begonvilli bir kartpostal olmaktan çıkmış, daha fazla saygı duyduğunuz kadim bir kent mertebesine erişecek.
Ören Avlu Zirvesi
Ören Avlu Zirvesi
SAAT 16.00 GÖLKÖY  BU PHOENİX BİR TEK BODRUM’DA VAR Rehberimiz Deniz Kılıç, “Size birazdan sadece Bodrum’da görebileceğiniz, dünyanın başka hiçbir yerinde olmayan bir şey göstereceğim” diyor. İki muazzam palmiye ağacının önüne park ediyoruz. Hemen aralarında kahverengi, karanlık bir boşluk var. Kılıç orayı gösterip “Şuradan girin, ama sakın yerdeki eski dallara basmayın, çok kaygan. Bir de sakın şu yan tarafa doğru yürümeyin, bataklık. Umarım ayağınızda sevmediğiniz bir ayakkabınız vardır” diyor. “Geldik bir kere” deyip takip ediyoruz. Hafif dizlerimizi bükmüş, başımız önümüzde, yerde nereye basacağımıza baka baka en fazla 20-30 adım attıktan sonra önce ışığın değiştiğini fark ediyoruz. Sonra tatlı bir loşluk, yumuşak camel rengi tonlarda bir ışık ve derin bir sessizlik. Kılıç, “Tamam durun” dediğinde başımızı bir kaldırıyoruz ki, artık biz Bodrum’da falan değiliz. Burası olsa olsa Uzakdoğu’da bir ormanın içi olabilir. Tepemizden sarkan şu yaşlı palmiyeler, aralarında dipdiri genç olanları, hemen arkalarında bir mamut gibi başka dünyadan gelip burada ölmüş devasa dallar… Çok şaşırtıcı bir atmosfer. Sadece bir kilometre kadar, ama sanki insana dünya sizi yutmuş hissi veriyor. Hemen anlamak istiyorum nedir burası, nasıl olmuş diye, Kılıç anlatıyor: “Bu hurma ağaçları sadece bu habitatta yetişen endemik bir tür. Adı, Phoenix Theophrastii spp Gölköy. İlk başta Datça ve Girit hurması sanılmış, ama araştırmalar sonucu boy, meyve ve doku olarak başka bir cins olduğu anlaşılmış. Buranın bana göre bundan da önemli esprisi habitatı. Kuşların, yabani hayatın, endemik bir türün olduğu çok özel bir yaşam alanı. Bir yaban hayat uzmanıyla konuştuğumda bu habitatın son buzul çağında oluşmaya başladığını söyledi. Altında sıcak su kaynağı var. Zaten hemen yakınımızda antik dönemden kalma taş bir yapı bulunuyor ve bu sağlıklı su nedeniyle oranın da vaftizhane olduğu düşünülüyor. Yani yine coğrafyayla tarihin iç içe geçme hali var. Çok özel bir yer.” Özel, ama şuraya ahşap yürüme yolları yapılsa, içi çöpten arındırılsa, ağaçlar kayıt altına alınsa… Hangi bakanlığın hangi birimine ait burası ya da belediyenin mi, niye ilgilenmemişler diye soruyorum ve tabii ki yanılıyorum. Hiçbir kurum kamu adına sahiplenmemiş burayı. Özel şahsa aitmiş ve hatta bu bataklık kurutulsun isteniyormuş. “Onu bırakın” diyor Kılıç, “Şu yakındaki palmiye yetiştirme merkezi bile zarar veriyor buraya, endemik yapının melezlenmesine neden oluyor. Oysa bu ağaçlara gözümüz gibi baklamıyız. Arasanız bir tane daha yok!”
Endemik hurma palmiyeleri
Endemik hurma palmiyeleri
SAAT 17.00 TORBA SIFIR SIVA VE EN AZ 2400 YILDIR AYAKTA Sekiz saattir bir sandviç, bir kahveyle dağ bayır dolaşıyoruz. Kanımızdaki oksijen seviyesi herhalde zirvede. Bu arada rehberim hiç susmuyor, hem yaptığı işe hem de Bodrum’a o kadar konsantre olmuş ki, sürekli bana yeni bilgiler, yeni fikirler anlatıyor. Art arda bunca şey gördükten sonra artık gözlerde de “manzara yorgunluğu” başlamış vaziyette. Deniz Kılıç, “Bugünlük son bir yere gidelim” dediğinde “Gidelim ama sanırım artık etkilenme kapasitemi doldurdum” diyorum. Gülümsüyor, “Gidince karar verin” deyip arabayı Torba’ya doğru sürüyor. Hoplaya zıplaya bata çıka, ancak Kılıç’ınki gibi bir araçla çıkılabilecek bir tepeye tırmanıyoruz. Belli bir noktada inip yürüyerek devam etmemiz gerekiyor. Yerde taze domuz ayak izleri, biraz önümüzde seke seke kaçan keklikler ve yabani kır çiçekleri… Yine o güzel rüzgar yine sessizlik ve karşımızda hangisi gök hangisi deniz anlayamadığımız bir mavilik… Ne kadar yorgun olsanız da kayıtsız kalınacak gibi değil. Derken birden çatısını görüyorum. Hiç daha önce görmediğim bir çatı. Yaklaştıkça çatının altındaki saçağını… Sarı lekelerin olduğu gri bej rengi taşların hepsi binanın etrafını dönmüş, çok düzgün bir daire olmuşlar. Çok güzel. Gerçekten çok güzel. Önce susup öylece bakıyoruz.  Kim bilir kaçıncı kez görmüş olmasına rağmen Deniz Kılıç da büyülenmiş gibi yavaş bir sesle anlatmaya başlıyor: “Dünyada kaç tane yapı biliyorsunuz, en az 2400 yıldır bütün detaylarıyla ayakta. Saçağıyla, kapısıyla, çatısıyla. Sıfır sıva. Sıfır restorasyon. Ve burası deprem bölgesi!” Sanki birini rahatsız edecekmişiz gibi aynı usul sesle “Gebe Kilise dedikleri yer burası mı” diye soruyorum. “Aslında ne gebe ne de kilise, yöre halkının bir yakıştırması o” diyor Kılıç, “Burası Leleg’lerin anıt mezarı. İçeride bakın ne göreceksiniz.” Sonsuz bir deniz manzarasına bakan kuzeydeki taş kapısından anıta giriyoruz. İçeride ölünün konulduğu yere (tabii ki o yer hırsızlar tarafından paramparça edilmiş) yukarıdan dik bir güneş ışığı düşüyor. Çünkü tam daire şeklinde yapılmış anıtın iç çatısı şaşırtıcı bir şekilde konik planlanmış ve en tepeye de bir pencere açılmış. Kılıç devam ediyor: “Bununla bire bir aynı başka anıt mezarlar da var bölgede, ama bütün detaylarıyla ayakta olan bir tek burası. Ve farkındaysanız önünde bir bilgilendirme tabelası dahi yok. Benim kabul edemediğim, aklımın almadığı hep bunlar.” Dönüş yoluna geçiyoruz artık. Bodrum’da varolanın belki de ancak 10’da birini gezdik ama bu bile yetti. Dokuz saattir gördüklerim gözümün önünden gitmiyor. İçimde büyük bir şükran duygusu… Cevat Şakir’in doğayı anlatırken sık kullandığı tılsımlı ifadesiyle “Yaradılış”a, Yapan’a, Araştıran’a ve tabii ki değerini bilerek Anlatan’a… 
Gebe Anıt Mezarı
Gebe Anıt Mezarı
SAAT 18.00 9 SAATLİK TURUN SONU VE AKYARLAR’A DÖNÜŞ
BODRUM GİDEREK KUŞADASI’NA BENZİYOR Bodrum’da Karya’lıları hepimiz biraz duymuştuk da Leleg’leri yeni yeni öğreniyoruz değil mi? Evet, duyulur hale gelmesi 10 yıl oluyor. Prof. Adnan Diler Hoca’nın çalışmaları sayesinde bir şeyler ortaya çıkmaya başladı. Ege’nin yerleşik Anadolu halkı. Hitit hiyerogliflerinin yazıldığı Luvi dilini kullanıyorlar. İlk devleti Kuzey Ege’de kurmuşlar, Truva’da bozguna uğrayınca Bodrum’a gelmişler. Taş işçilikleri inanılmaz. Kıyılarda yerleşmeyip tarımla uğraşmışlar. Üç askeri alet bulmuşlar: Savaş başlığının üzerindeki sorguç, kalkan üzerine işaretler kazımak, kalkanı tutmak için kulp yapmak. Tanrı kavramıyla fazla işleri yok. Tapınaklar, tiyatrolar, agoralar bulamıyoruz. Ama ölülerini yüceltiyorlar. Leleg yolu nasıl çıkıyor ortaya? Bu iş ilk 1998’te Kate Clow adında bir İngiliz’in Fethiye-Antalya arasındaki 550 kilometrelik Likya yolunu keşfetmesiyle başladı. Sonra Yunus Özdemir arkadaşlarıyla 2013’te Datça-Milas arasındaki 850 kilometrelik Karya yolunu çizdi. Leleg yolunu ise Hıdır Çam adında dünya şekeri bir harita mühendisi projelendirdi; Bodrum Ticaret Odası destek oldu; Güney Ege Kalkınma Ajansı kaynak sağladı ve yol 2017’de açıldı.  Rotası nasıl? Yarımada’nın en doğusundaki Etrim köyünden başlıyor, Batı’da Turgutreis Sabancı Parkı’nda bitiyor. Ya da tersi. Ana rota 100 kilometreye yakın, ama gir-çıkları çok. Leleg’lerin yaklaşık MÖ 1500-400 arasında Bodrum’un sekiz tepesinde kurduğu sekiz kenti var: Termera, Uranium, Telmissos, Madnasa, Side, Pedasa, Syangela ve Thiangela. Parkur bu yollardan geçiyor.  Ne kadar bire bir aynı güzergah, “Burada atalarımız yürümüş” duygusuna kapılalım mı? Bazı yerlerde kapılın, ama her yerde öyle bir şey yok. Şehirlere ve kalıntılara bakarak bu güzergahı kullandıklarını anlıyoruz. Rotanın üzerinde tabelalar var. Hani bazı yerlerde kayalarda kırmızı beyaz çizgiler gördük. İşte onlar da Leleg rotasında olduğumuzu gösteriyor. Ölmüş ama o boyalar artık, kimse ilgilenmiyor mu bu yolla? Evet ölü doğan bir proje oldu. Yol açıldı, tabelalar dikildi ve öyle bırakıldı. İki yıldır “Gelin buraya sahip çıkalım” diye ulaşabildiğim herkesle konuştum. Birkaç ay evvel TÜRSAB “alternatif turizm” adına Leleg’i gündemine aldı, umalım iyi şeyler olsun. Mesela bu yol Avrupa’da olsaydı, nasıl olurdu? Lüksemburg’ta Mullerthal Trail diye bir yürüyüş rotası var. En fazla bizimki kadar ve böyle bir tarihi yok. Nasıl pazarlıyorlar biliyor musunuz? Her yıl başka kıtalardan gazetecileri, influencer’ları çağırıp gezdiriyorlar. Ben bile oradayken rehber olarak “motorsikletli editörler” diye bir grubu gezdirdim. Yolun bir işletmesi oluyor ve yol boyu doğayla uyumlu ofisler kuruyorlar. Mesela siz arabayla geçerken birden karar verdiniz, “Aa burada bir Leleg yolu varmış” deyip yürümek istediniz, o ofislerden size bot, yağmurluk, baton, harita veriyorlar. Siz de güvenle dalıp yürüyorsunuz. Ayrıca zaten yine işletmeye bağlı özel güvenlik birimleri de sürekli yolda devriye geziyor.  Ben de deminden beri karşımıza bir “Leleg” falan çıkar mı diye düşünmüyor değilim…  Haklısınız, yani Leleg görmedim, ama domuz çıkabilir. Bir kaya veya ağaç düşüp geçiş noktasını kapamış olabilir. Hatta tam antik yürüyüş yolunuza biri çit çekmiş olabilir.  O nasıl oluyor? Benim çok başıma geldi. Toprak sahibi kapattığı için geçemedik yolu. Bir keresinde Norveçli seyahat acentesi sahibiyleyim, 2500 yıllık antik şehre giremedik. “Neden” dedim, “Arazi sahibi zeytin topluyor” dediler. Antik Pedasa’nın dört, Bardakçı’daki Bodrum Değirmenleri arazisinin 20’ye yakın farklı sahibi var.  Sonra da “Bodrum’da niye 12 ay turizm olmuyor” diyoruz? New York’ta Barcelona’da şehrin arkasından böyle bir yol geçecek, haftasonları orası full olur. İnsanlar o dağlarda koşarlar, çocuklarıyla yürürler, yabancılara tur yapılır. Dünyanın her yerinde böyle kültür yolları var ve ben çoğunda yürüdüm, ama Leleg yolunun en büyük avantajı Bodrum dibimizde. Bu avantajı kullanmak yerine bitiriyoruz Bodrum’u. Giderek sıradan, önemsiz bir yer haline geliyor ve yakında görsel olarak Kuşadası’ndan beter olacağız. Ki Kuşadası’nı her zaman kurtaracak Efes ve Meryem Ana var. Bana beş maddede özetleyin desem, Bodrum’u avucunun içi gibi bilen biri olarak ne yapmak lazım? 1-Tarih ve tabiatın kıymetini bilen işadamlarımız Leleg yolunun kimi rotalarını satın alıp “Burayı kamu adına ben projelendiriyorum” diyecekler.  2-Torba-Yalıkavak arasına planlanan o çevre yolunu yapmayacağız. Girenbelen, Dağbelen’den viyadük, Pedasa antik kentinden tünel geçirdikleri anda bu Bodrum’u unutun zaten. Bütün hastaneleri, AVM’leri tek ana arterin üzerine yapmadan önce düşünecektiniz… Amaç sadece trafik sorununu çözmek ise Torba-Yalıkavak yolunu genişletin, yeter. 3-Dağbelen, Girelbelen rotası milli park yapılıp korumaya alınsın. 4-Leleg araştırmalarını yapan Prof. Adnan Diler hocamıza daha geniş çalışma imkanları yaratalım.  5-Sonra da cümle aleme Bodrum’da 12 ay turizmin yapıldığını ilan edelim. Bu tutar. Çünkü 90 ülkede iyi turizmin böyle yapıldığını gördüm. 
PAUL SALOPEK YÜRÜMEK İÇİN ONU SEÇTİ Deniz Kılıç, 1971-İzmir Karşıyakalı. 10 yaşında İngiltere’ye gönderilen ilk “milli erkek izciler” arasında seçildi. ODTÜ’de psikoloji okurken Dağcılık Kulübü üyesiydi. Türkiye Motokros ve Enduro yarışlarına katıldı, Dünya Sıcak Hava Balon Şampiyonası’nda Türkiye adına yarıştı. Ege Üniversitesi Turizm Rehberliği’nden mezun oldu. Bodrum’a yerleştiği ilk beş yıl 4WD ile Bodrum dağlarında misafir ağırladı. Ege ve Akdeniz’de yürüyüş, bisiklet turları düzenledi. İki Pulitzer ödülü olan gazeteci yazar Paul Salopek, “Out of Eden Walk” projesinin Türkiye ayağını birlikte yürümek için Deniz Kılıç’ı seçti. Bölgenin çok hareketli olduğu 2014 yazında Mersin-İran arasındaki yolu iki ay boyunca birlikte yürüdüler. Motosikletiyle bir ay İran’ı gezdi, 107 günde Bodrum’dan Cape Town’a, 60 günde Bodrum’dan Dakar’a gitti. Sahra Çölü’nü iki kez aştı. Rusya, Güney Kafkasya, Balkanlar ve Doğu Avrupa’da özel motosiklet turları yaptı. 2018’de 52 gezginin katıldığı Türkiye’nin en kapsamlı “Gezginler Zirvesi”ni düzenledi. Şu ana kadar yaklaşık 90 ülkeye giden Kılıç, iki yıl önce avukat bir ortağıyla Ibex* Adventure Club adında bir marka yaratarak özellikle Bodrum için alternatif turizm rotaları geliştirdi. (*Bezoar Ibex: Endemik Anadolu keçisi.)