ABD Başkanı Donald Trump ile Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan arasında 25 Eylül’de Beyaz Saray’da gerçekleşen görüşme, hem ikisi arasında hem de Türkiye ile ABD arasındaki ilişkiler bakımından önemli sonuçlara ve aynı zamanda uzun süreceği anlaşılan tartışmalara sahne olan bir buluşma oldu. Öyle anlaşılıyor ki, önümüzdeki aylarda, hatta yıllarda da konuşulacak, sıkça geriye dönülerek atıf yapılacak bir görüşme olarak geçti bu Oval Ofis randevusu.
İlginçtir ki bu görüşme, Rusya’dan petrol alımının durdurulması, F-35’lerin satışı, CAATSA yaptırımlarının kaldırılması gibi kritik başlıkların yanı sıra, bu öncelikli meselelerin gölgesinde kalan, üzerinde yeterince durulmayan ilginç bir konunun, daha doğrusu Başkan Trump’ın tarihe bakışıyla ilgili son derece problemli bir konunun bir kez daha gündeme gelmesine de yol açtı.
İşaret etmek istediğimiz mesele, Trump’ın Ankara ile Şam arasındaki ilişkiyi değerlendirirken, bu ilişkinin tarihsel perde arkasında, Türkiye’nin bu ülkeye dönük “iki bin yıllık” niyetlerinin bulunduğunu ve bu ülkede geçen aralık ayında meydana gelen rejim değişikliğiyle sonunda bu hedefe ulaşıldığını söylemesiydi.

Kuşkusuz, Trump’ın bu sözleri tarihi gerçekler bakımından her yönüyle çok sorunlu bir bakışı yansıtıyor. Üstelik, Trump bu sözleri ilk defa o gün sarf etmiş de değil. Bir başka deyişle, ilk kez o an ağzından rastgele çıkmış olan, sıkça yaptığı gaflara benzeyen tarzda bir ifade değil burada karşımızda duran. Bu bakışın kayda geçirilmesinde birçok kez tekrarlanan bir kalıp söz konusu.
Görülüyor ki Başkan Trump, Türkiye’nin Suriye’ye dönük politikasını, bu ülkeye yönelik hedeflerini değindiğimiz bakış üzerinden okuyor. Kendisi 2029 ocak ayına kadar Beyaz Saray’da kalacağına, muhtemelen Suriye ile ilgili bazı kararlar alacağına ve bu konularda Cumhurbaşkanı Erdoğan ile yakın bir diyalog yürüteceğine göre, bu bakışı yakından anlamak durumundayız.
O zaman Trump’ın sözlerinin bir röntgenini çekmek, önümüzdeki dönemi daha net görebilmemiz bakımından yararlı olacaktır.
Bugünkü yazımızda bunu yapmaya çalışacağız.
25 Eylül: ‘İki bin yıldır istiyorlardı, bu Türkiye için bir zafer…’
Bu sözleri Beyaz Saray’daki görüşmenin giriş bölümünde Erdoğan’ın yanında gazetecilerin sorularını yanıtlarken sarf etti Başkan Trump. Bu sözlerini bağlamıyla gösterebilmek açısından önce bütünlük içinde aktarmamız gerekiyor.
Trump’ın beyanı, bir gazetecinin, kendisinin geçmişte yaptığı “Suriye’nin geleceğinin Erdoğan’ın ellerinde olduğu” yolundaki açıklamasını hatırlatarak Suriye ile ilgili yönelttiği bir soruya yanıt olarak geliyor.
Trump’ın sıkça noktası konmayan kesik ve kısa cümleler halinde seyreden sözleri şu şekilde çevrilebilir :
“Bence Başkan Erdoğan, Suriye’nin geçmişteki liderinden kurtulmasındaki başarılı mücadelenin sorumlusu olan kişidir. Kanımca bundan, bu adam (this man) sorumlu. Kendisi bu sorumluluğu üstlenmiyor ama bu gerçekten büyük bir başarı. Bunu iki bin yıldır yapmaya çalışıyorlardı. Ben dedim ki, ‘o bunu yapar’ ve yaptı... Yani, bunlar senin vekillerin (surrogates)… Bence bunun başarısını üstüne almalısın. (Take the credit) Bunu ona söyledim…. İki bin yıldır Suriye’yi ele geçirmeye (take over) çalışıyorsunuz. Suriye’yi aldı ve bunun kredisini üstlenmek istemiyor. Biliyorsunuz, bütün bu insanlar (Ahmed Şara kastediliyor) onun vekilleri…
Ancak, biliyorsunuz Suriye’nin yeni lideri… Nefes alabilmeleri için yaptırımları kaldırdım, çünkü yaptırımlar çok ağırdı. Ancak bugün büyük bir açıklama yapmamız gerektiğini düşünüyorum. Bu, zaferin sorumluluğu onundu. Türkiye için bir zaferdi, çünkü bildiğiniz gibi bin yıldır savaşıyorlardı ve bu hiçbir zaman... yani sürekli gidip geliyordu. Ama o bunun sorumlusu, dolayısıyla Suriye konusunda söyleyecek çok şeyi olmalı.
Ancak onun isteği üzerine — ve ilginçtir, Suudi Arabistan Kralı ile Katar’ın da isteğiyle — yaptırımları kaldırdım. ‘Bu yaptırımları kaldırabilirseniz…’ dediler. Çok ağır yaptırımlar uygulanıyordu, bence o yaptırımlarla yaşamaları mümkün değildi. Onlara biraz nefes alabilmeleri şansı vermek için kaldırdım. Ancak, Başkan (Erdoğan) bunun gerçekleşmesinin sorumlularından biridir. O benden bunu yapmamı istedi.”
Ahmed Şara’ya bakınca Erdoğan’ı görüyor
Başkan Trump’ın bu sözleriyle ilgili başlıca iki tespit yapılabilir.
Birincisi, Suriye’de geçen aralık ayında Beşar Esad’ı deviren Heyet Tahrir eş Şam (HTŞ) örgütünün, doğrudan Türkiye’nin Suriye’deki bir vekili olduğuna inanıyor Trump. 2017 yılında El Kaide’den ayrıldığını açıkladıktan sonra İdlib merkezli olarak HTŞ’yi kuran ve geçen aralık ayında Esad’ı devirdikten sonra bugün Cumhurbaşkanlığı koltuğunda oturmakta olan Ahmet Şara, Trump’ın bakışı çerçevesinde Türkiye’nin vekili konumundadır. Ahmed Şara’nın arkasında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın olduğunu düşünüyor.
İkincisi, bu mantığı izlersek, Esad’ı Türkiye’nin vekili devirdiğine göre, iktidar değişikliğinin kredisinin, övgüsünün de doğrudan Türkiye’ye ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’a gitmesi gerekir ABD Başkanı’na göre. Trump, açık bir ifadeyle Esad’ın düşmesinden “Türkiye’nin zaferi” diye söz ediyor.
Bu bakışının, kendisini Erdoğan’ı Suriye’de öncelikli muhatap olarak görmeye yönelttiğini söyleyebiliriz.
16 Aralık 2024/Florida: ‘Türkiye dostane olmayan bir şekilde Suriye’yi ele geçirdi… He got it’
Bu dosyayı izleyenler açısından Trump’ın 25 Eylül’de kayda geçen alıntıladığımız sözleri aslında yeni değildir. Daha önce de –sonuncusu kadar geniş olmamakla birlikte- en azından üç kez benzer görüşleri ifade ettiğini hatırlatabiliriz. Trump’ın bakışını bütün boyutlarıyla gösterebilmek bakımından diğer açıklamalarını da tarih sıralaması içinde kısaca hatırlayalım.
Trump’ın geçen yıl 5 Kasım tarihinde yapılan başkanlık seçimini kazandıktan sonraki dönemde Türkiye ve Suriye hakkında ilk çıkışı, 16 Aralık tarihinde Florida’da kendi özel konutunun da bulunduğu Mar-a-Lago isimli özel mülkiyetindeki tesiste düzenlediği basın toplantısı sırasında olmuştur. Bu beyanı, 20 Ocak’ta başkanlığı üstlenmesinin yaklaşık bir ay öncesine rastlıyor. Şam’daki iktidar değişikliğinden de bir hafta kadar sonra…
Trump, bu açıklamasında da Erdoğan hakkında son derece övücü ifadeler kullanıyor ve “bundan sonra Suriye’de ne olacağı konusunda anahtarı Türkiye’nin elinde tutacağını” söylüyor.
Aynı açıklamada “Türkiye’nin büyük can kayıpları yaşanmadan, dostane olmayan bir şekilde Suriye’yi ele geçirdiğini” söylemiştir.
Ardından sözü meseleye kendine göre tarihi bir boyut vererek, “Bunu binlerce yıldır istiyorlardı ve sonunda aldı… (He got it)… Müdahaleyi (harekatı) yapan insanlar Türkiye tarafından kontrol ediliyor. Bir mesele yok….” (That’s okay)
Hakan Fidan, Trump’ın sözlerinden çok rahatsız oldu
“Dostane olmayan bir şekilde ele geçirme” ifadesi, Trump’ın basın toplantısında telaffuz ettiği “unfriendly takeover” deyiminin Türkçe doğrudan karşılığıdır. Bununla birlikte, bu deyimin ABD’de ticaret hayatında sıkça kullanıldığını belirtmeliyiz. Genellikle bir şirkette azınlık hissesiyle yola çıkıp, bir takım hamlelerle bir şirketin çoğunluk hisselerini ele geçirip yönetimini devralma anlamında kullanılıyor.
Trump, Suriye’deki iktidar değişikliğiyle ilgili olarak Türkiye’ye atfettiği sorumluluğu işte bu ticari deyim ile ifade etmiştir.
Gelgelelim bu açıklaması en önce Ankara’da rahatsızlık yaratmıştır. Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, 19 Aralık’ta El Cezire TV kanalına verdiği mülakatta, “Suriye'deki olayları Türkiye tarafından bir ele geçirme olarak nitelendirmenin büyük bir hata" olacağını söylemiştir.
Fidan’ın sözleri şöyle: “Suriye halkı için bu bir ele geçirme değil. Bence eğer bir ele geçirme varsa o da şu anda Suriye halkının iradesinin (iktidarı) ele geçirmesi… Bence görmek isteyeceğimiz en son şey bu olurdu çünkü bölgemizde olup bitenlerden büyük dersler çıkarıyoruz. Çünkü tahakküm kültürünün kendisi bölgemizi mahvetti. Türk tahakkümü değil, İran tahakkümü değil, Arap tahakkümü değil iş birliği esas olmalı…”
Fidan’ın bu sözleri doğrudan Trump’a bir yanıt niteliği taşıyor ve kendisinin “el koyma” ifadesinin Arap dünyasında Türkiye’ye dönük yaratabileceği rahatsızlığı önlemeyi amaçlıyor.
7 Ocak/Florida: ‘Bu işi yapanlar Türkiye’den’
Trump, yaklaşık üç hafta kadar sonra 7 Ocak tarihinde Florida’da yine Mar-a-Lago’da düzenlediği basın toplantısında aynı temayı tekrarladı. Bir gazeteci, kendisine Suriye’deki ABD askerlerini çekip çekmeyeceğini sorduğunda, Trump konuyu Suriye’de 8 Aralık’taki iktidar değişikliğiyle ortaya çıkan duruma getirerek, şunları söylüyor:
“Türkiye, geçen iki bin yıldır değişik isimler, oluşumlar ve şekiller altında bu ülkenin (Suriye) peşinde oldu. Bu işi yapan insanlar Türkiye’den. Cumhurbaşkanı Erdoğan da benim arkadaşım. Beğendiğim ve saygı duyduğum biri. O da bana saygı duyuyor diye düşünüyorum.”
Görüleceği gibi, Ankara’dan yapılan bütün aksi yöndeki açıklamalara rağmen, Trump, bu açıklamalardan etkilenmeden, iktidar değişikliğinin gerisindeki aktör olarak bir kez daha Türkiye’yi göstermiş, ayrıca “iki bin yıllık hedef” tezini tekrarlamıştır.
7 Nisan 2025/Beyaz Saray/Netanyahu ile görüşme öncesi: ‘Tebrikler, kimsenin iki bin yıldır yapamadığını yaptınız…’
Trump’ın geçen 20 Ocak’ta iş başı yapmasından sonra Beyaz Saray’da kabul ettiği ilk yabancı liderlerden biri 7 Nisan tarihinde İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu olmuştur. Bu görüşmenin öncesinde iki lider Beyaz Saray’da gazetecilere konuşurken, bir soru üzerine konu Türkiye ile İsrail’in Suriye’de çatışan tutumlarına ve Türkiye’nin Suriye üzerindeki etkisi meselesine gelmiştir.
Trump, yanıtında bu konunun “bir mesele olacağını zannetmediğini, bunu çözebileceklerini düşündüğünü” belirttikten sonra şöyle konuşmuştur:
“Kendisine (Erdoğan) dedim ki, tebrikler…. İki bin yıldır kimsenin yapamadığını yaptınız. Suriye’yi ele geçirdiniz. Farklı isimlerle ama aynı şey… Dedim ki ‘orayı ele geçirdiniz…’ Vekilleri aracılığıyla aldılar. O da dedi ki: ‘Hayır, hayır, hayır… hayır , hayır, hayır… (No, no, no… no, no, no…) Ben değildim…” Ben de şöyle dedim: ‘Sen yaptın ama mesele değil. (But that’s okay) …”
Ama yaptığı… Bakın, sert bir adam (tough guy) ve çok zeki. Ve kimsenin yapamadığı bir şeyi yaptı. “Bunu teslim etmeniz gerekir….”
Trump iki bin yıl diyor ama o dönemde Anadolu ve Suriye Roma İmparatorluğu topraklarıydı…
Buraya kadar yaptığımız bütün alıntılar, Başkan Trump’ın Türkiye ve Suriye’ye bakışında “İki bin yıl” tezinin kuvvetli bir şekilde yerleştiğini, konunun zihnine bu şekilde kodlanmış olduğunu tereddüt bırakmayacak bir açıklık içinde gösteriyor.
Tabii, yazımızın akışı içinde bu bakışın tarihi gerçekliklerle hiçbir şekilde bağdaşmadığını vurgulamamız gerekiyor. Gelgelelim, bu hususa dikkat çekmek, neden öyle olduğunu göstermeye çalışmak bile aslında abesle iştigal etmek gibi görünüyor. Bunu anlatmaya kalkıştığınızda, meseleyi nereden tutacağınızı kestirmekte zorlanıyorsunuz.
Yine de tarihi gerçeklere saygının gereği olarak, çok özet bir şekilde olsa da, tarihi arka planı kısaca kayda geçirmemiz gerekiyor.
Trump, tarihin sayacını iki bin yıl öncesine götürüp Türkiye’nin daha o dönemde beliren hedeflerinden söz ettiğine göre, daha en başta belirtmemiz gereken, Türklerin Anadolu ve Suriye coğrafyasında sahaya çıkmaları için en az bin yıl daha beklememiz gerektiğidir. Keza Hazreti Muhammed’in dünyaya gelmesi ve İslam dininin ortaya çıkması için de altı yüzyıl daha geçmelidir.
Tarihin akışında iki bin yıl kadar geriye doğru gittiğimizde, takvimlerde ‘Milat’ olarak aldığımız ayrım noktası ve onun hemen sonrasındaki bir zaman aralığına geliyoruz. Hazreti İsa’nın dünyaya geldiği ve Hıristiyanlık dinini yaymaya başlayacağı dönemden söz ediyoruz.
O dönemde hem Anadolu hem de Suriye coğrafyası, daha genel anlamda Akdeniz havzası büyük ölçüde Roma İmparatorluğu’nun toprakları olarak karşımıza çıkıyor. Örneğin Şam, Milattan Önce 64 yılında Roma’yı yöneten general Pompey zamanında fethedilmiş. Roma İmparatorluğu’nun Batı ve Doğu Roma (Bizans) olarak bölünüp, bunun sonucu Şam’ın Bizans hakimiyetine geçmesi milattan sonra 395’e rastlayacaktır.
Ardından yedinci yüzyılın başında İslamiyet’in ortaya çıkışı ve sonuna doğru Şam’ın Emeviler’in başkenti olmasına tanıklık ediyoruz. Suriye topraklarının önemli bir bölümü daha sonra sırasıyla Abbasiler Ve Fatimiler’in egemenliği altına girecektir.
1516’da Mercidabık savaşıyla Suriye Osmanlı’ya geçti
Türklerin Şam’a ilk kez hâkim olmaları, Anadolu’daki ilk büyük zaferleri olan 1071 Malazgirt Savaşı’ndan beş yıl sonra, 1076 yılında Selçuklu Sultanı Melikşah döneminde gerçekleşmiştir. Ancak yaklaşık seksen yıl sonra Şam, Nureddin Zengi Hanedanı’nın, ardından da Eyyûbîler’in egemenliğine girmiştir. On üçüncü yüzyılın ortalarında kısa süreli bir Moğol hâkimiyetinin ardından, 1260 yılında bu kez Memlüklerin kontrolüne geçmiştir.
Ve 1516 yılında Yavuz Sultan Selim’ın Halep’in hemen kuzeyinde gerçekleşen Mercidabık savaşında Memluk Sultanlığı’nı yenmesiyle birlikte bugünkü Suriye’nin önemli bir bölümü Şam da dahil olmak üzere kısa zamanda Osmanlı İmparatorluğu sınırlarına dahil olacaktır. Bu topraklar Osmanlı’nın Birinci Dünya Savaşı’ndaki yenilgisinin ardından 1920 yılında Suriye Fransız mandası haline gelene kadar yaklaşık dört asır Osmanlı yönetiminde kalacaktır.
Suriye’nin 20’inci yüzyıldaki serüveni uzun bir öyküdür. Ancak Suriye’nin Fransa’dan bağımsızlığını 1946 yılında kazanmasından sonra Cumhuriyet olarak 1946 yılında kurulduğunu ve Baas kadrolarının 1963 yılındaki darbeyle iktidarı ele geçirdiğini hatırlayalım. 1970 yılındaki darbeyle kurulan Esad rejimi 54 yıl iktidarda kalmıştır.
Bu rejim de geçen 8 Aralık’ta başında eski El Kaide mensubu Muhammed el Colani’nin bulunduğu HTŞ adlı örgütün başını çektiği silahlı Suriye muhalefetinin kuzeyden güneye ilerleyerek Şam’ı kontrolüne alması ve Beşar Esad’ın hemen öncesinde Rusya’ya kaçmasıyla son bulmuştur.
Trump’ın bakışının ‘vekillik’ meselesinde görece doğru olan bölümü
İşte bu kısa özet, bugün 911 kilometre uzunluğunda bir sınırı paylaştığımız güney komşumuzun tarih içinde ne kadar büyük devinimlere sahne olduğunu göstermek için yeterlidir.
Buna karşılık Trump açısından bakılırsa, Suriye, Türkiye açısından tam iki bin yıldır beklemekte olan bir hedefti. Ve 8 Aralık 2024 tarihinde Türkiye’nin vekili HTŞ’nin Esad’ı devirmesiyle bu hedefe ulaşmıştır.
Peki Trump’ın “İki bin yıllık hedef” tezi nereden kaynaklanıyor olabilir?
Kuvvetle muhtemeldir ki, bu bakış daha önce bir şekilde bir yerden duyduğu ve kafasına yerleştirdiği bir husustur. Türkiye-Suriye ilişkisi gündeme geldiğinde otomatik olarak bu düşünce kalıbı devreye girmektedir.
Bu arada unutmayalım ki, Şam 8 Aralık’ta düştüğünde Trump seçimi kazanalı bir ay olmuştu ve kendisini Beyaz Saray’a geçme hazırlıklarıyla meşguldü. Geçiş dönemlerinde yapıldığı üzere düzenli olarak istihbarat brifingleri de almaktaydı.
Bu çerçevede, Esad’ın düşüşü sonrasında kendisine iletilen istihbarat değerlendirmesinde, HTŞ’nin İdlib’de Türkiye’nin desteği, himayesi altında büyüyen bir örgüt olduğu, bu örgütün Türkiye’nin güvenlik kurumlarıyla ilişkili olduğu, dolayısıyla sahadaki sonucun Türkiye’nin lehine olduğu yolunda bir değerlendirmenin yapılmış olması muhtemeldir.
Gerçekten böyleyse, işin bu kısmında –kısmen- bir doğruluk zemini bulunabilir. Sonuçta, , Trump’ın HTŞ’yi doğrudan ‘Türkiye’nin vekili’ şeklinde yorumlamasının göreceli olarak bir nesnel karşılığının olduğu ileri sürülebilir.
Ancak böyle de olsa, “iki bin yıllık hedef” meselesinin zihnine nasıl yerleştiği yine de izaha muhtaç bir soru olarak asılı duruyor.
‘Post truth’ döneminin ruhuna uygun
Her halükarda dünyanın en büyük siyasi ve askeri gücünü yöneten ülkenin başında olan ve aldığı kararlar sadece ABD değil dünyanın kalan bölümü açısından da sonuçlar doğuran bir liderin ülkemizi çok yakından ilgilendiren bir konuda bu ölçüde bilgisizlikle malul olması düşündürücüdür. Nazik ifadelerin dışına çıkmak istiyorsanız, Türkçe Sözlük’ten durumu daha iyi anlatan başka karşılıklar da bulabilirsiniz.
Tabii, Trump’tan söz ederken sadece Suriye dosyası değil, daha pek çok konuda ‘gerçeklerden kopukluk’ sorunun belirdiğini, dolayısıyla bu sorunun bütün dünyayı ilgilendirdiğini kabul etmeliyiz.
Sonuçta, Trump’ın belli konularda tarihi gerçeklerin yakınından geçmeyen, bu gerçekliğin çok dışındaki bir alanda yaşadığını söyleyebiliriz.
Uzunca bir zamandır artık ‘post-truth’ döneminde yaşadığımızdan söz ediyoruz. Bu İngilizce kavramın Türkçeye tam bir çevirisi de yok. Hakikatin anlamını kaybettiği, olguların kabul görmediği, insanların kendilerini gerçeklere bağlı hissetmedikleri bir dünyada yaşamaları durumu anlatılıyor. Bir komplo teorisi, yanlış ya da çarpıtılmış bir bilgi, matematik kesinlik içindeki olgular karşısında gerçek muamelesi görebiliyor, bu şekilde algılanabiliyor.
Trump’ın Türkiye-Suriye ilişkisine bakışını da galiba bir ‘post-truth’ meselesi olarak görmek gerekiyor. ABD Başkanı, zihnine bir şekilde girmiş olan, tarihi gerçeklerle bağdaşmayan bir yanılsamaya inanıyor. Buna gerçek muamelesi yapıyor. Kimseden de bu duruma bir itiraz gelmiyor. Bir noktadan sonra yakın çevresinde, seçmen tabanında dinleyen pek çok insan da bunu böyle kabul etmeye başlıyor. Ve topluca bu yanılsamanın içinde yaşanıyor.
“İki bin yıl hedefi”, bu yönüyle tarihçileri değil başka uzmanlık alanlarını ilgilendirmektedir.