20 Nisan 2024, Cumartesi
26.03.2021 06:00

Batı düşünceyle, Doğu şiirle dönüşür

Batı’da toplum bilimsel ve felsefi eserlerle dönüştü. Bizim kültürümüzde bu yok. Doğu toplumları heyecanla yaşar, düşüncelerle değil

Acaba hangi ülkede iki şair üzerinden ideolojik kamplaşma yaratılmıştır? Sanırım hiç. Filozoflar, ekonomistler, toplum bilimciler üzerinden kamplaşma olduğunu biliriz. Ama şairler üzerinden bölünen toplum yoktur. Ama bizde toplum Nazım Hikmet’le Necip Fazıl taraftarlığı olarak bölünüyor, ideolojik kavga veriliyor. Çünkü Batı toplumları düşünce eserleriyle dönüşür, Doğu şiirle. Mesela aydınlanma döneminde Montesquieu, “Kanunların Ruhu Üzerine” kitabını yazdı. Bir ülkede kanunların oluşumunun neye bağlı olduğunu inceledi, siyaset ve hukuk kurallarının sanıldığı gibi değişmez olmadığını anlattı. Jean- Jacques Rousseau, Voltaire ve diğerlerinin düşünceleri Fransız toplumunu dönüştüren, gidişatın yönünü değiştiren etkiler yarattı. Almanya’da Hegel, Kant, özellikle Marx ve Engels, sadece kendi ülkelerini değil, dünyayı da dönüştüren büyük bir etki yarattı. İngiltere’de Adam Smith, Hume, Locke, Hobbes’in düşünceleri dalga dalga yayıldı.  Elbette oturduğunuz yerde düşünerek dünya değişmez, zaten düşünmek de toplumsal, tarihsel koşullardan bağımsız gerçekleşemez, bu başka bir konu ama Batı’da bilimsel ve felsefi eserlerle dönüştü toplum. Dünyanın değişmesi, dönüşmesi, düşünce tartışmalarıyla birlikte yürüyor. Bizde böyle bir şey yok. Zaten Türkçülük konusunda yazılan birkaç kitap dışında, o dönemde böyle yapıtlar üretilmedi. Bizim kültürümüzde insanların etkilendiği ve sistem değişikliklerine yol açan şey şiirdir. Doğu toplumları şiirle yani heyecanla yaşar, düşünceyle yaşamaz. Bu nedenle de Doğu toplumlarında düşünce temeline dayanan devrimlere pek rastlanmaz.

Ortadoğu’da şiir

Arapça felsefeye çok uzak değildir elbette. Bunda özellikle 13. yüzyıla kadar Yunanca’dan çevirilerle uğraşmalarının da etkisi vardır. Arapça’da felsefe ve bilim de üretilmiştir tabii ki. Ama bundan daha belirgin olarak, çok büyük bir şiir dilidir Arapça. Kabe gibi kutsal bir mekanın duvarlarında şiirler asılıydı. İslamiyet öncesi 7 büyük şairin şiirleri, uzun süre Kabe’de sergilenmeye devam edilmiştir. Muallakat-ı seb’a denirdi buna; yani askıdaki yedi. Düşünsenize, en kutsal mekana, şairlerin yapıtlarının asılması nasıl bir şeydir? Bunun nedeni, o dönemde şairlere büyük değer veriliyor oluşu. Şairler öbür dünyayla da haberleşen etkili insanlar olarak kabul ediliyorlardı. Bu yüzden Ortadoğu’dan çıkan din kitapları dünyayı değiştirdi. Neden böyle diye düşünelim. Çöllerde veya denizlerde, okyanus kıyılarında yaşayan insanların yön duygusu, dünyayı algılayışı, mekan boyutlarına bakışı farklı olsa gerek. Zaman zaman öyle bir yerde bulunduğumuzda bunu hissediyoruz. Bu iki mekan insana evrenle olan ilişkisinde bir sonsuzluk duygusu veriyor. Sonsuz zaman ve mekan içinde kendisinin ne kadar küçük, tek başına varlığının ne kadar önemsiz olduğunu hatırlatıyor. Daha büyük, daha gerçek bir varlığa katılıp onun içinde erimek gibi, kendi varlığını anlamlandıracak yollar arıyor. En büyük destanların yaratıldığı yerlerdir çöl ve derya. Şiirsel anlatım ve dilin Ortadoğu’da çok gelişmiş olması çölün bu etkisinden kaynaklanıyor olabilir. Aslında, o kadar belirgin olmasa da bütün dünya, en güçlü mitolojisini Ortadoğu’dan aldı. Bunu olumsuz anlamda söylemiyorum. Edebiyatın gücüne dikkat çekmek istiyorum. Sözün gücü. Bu hikayelerle dünyayı etkileyip dönüştürmek, bugün Evangelistler’den, dünya tarikatlarına kadar milyarları etkileyen ve dünya iktidarlarını belirleyen durum, edebiyatın gücünün en büyük kanıtıdır. Kuyuya atılan Yusuf, Lut kavmi, Sodom Gomorra, Nuh tufanı ve insanlığı etkileyen birçok anlatı Ortadoğu’dan çıkıp Amerika’yı, Avrupa’yı avucunun içine almıştır. Teksas’ta, Arizona’da, İskoçya’da, Roma’da tekrarlanıp durur. Bunlar insan ruhuna dokunan, alegorik nitelikleri olan ve müthiş bir dil gücüyle ortaya çıkan anlatılardır. İnancı bu güç oluşturmuştu ama aydınlanma ve laiklik döneminde Batı toplumlarını felsefe ve bilim yönetmeye başladı. 

Anadolu’da dönüşüm

Anadolu bu konuda biraz ilginç bir konumda. Özellikle Orta ve Doğu Anadolu’da çöl veya deniz kültürü yok. Ama destanlar meselesinde Ortadoğu’ya çok yakın. Kültürü oradan alıyor. Bizde de mücadeleler, hareketler hep şiirle ilişkili biçimde yürümüştür. Türkçe büyük bir şiir dilidir ama soyut kavramlar eksiktir. Daha doğrusu soyut gerçekleri kavrama birikimine sahip değiliz. Çünkü felsefe gelişmediği için soyut kavramlar yaygınlaşmamış, gelişmemiştir. Somut hayatı, doğayı, duyguları çok güzel anlatırız. Bu açıdan şanslıyız. Karacaoğlan gibi dünyanın en büyük şairlerinden biri var bizde. “Sarı çiçek savran kurmuş oturmuş!” Bu etkiyi yaratacak kelimeleri başka bir dilde bulamazsınız! Bunun gibi, “Azrail gelmiş de can talep eyler / Benim can vermeye dermanım mı var” ironisi başka bir dilde bu ritmle nasıl ifade edilir?  Sapsarı, kıpkırmızı gibi güçlendirmelere başka dillerde zor rastlanır. Mişli geçmiş de öyle.

Cumhuriyet devriminde vatan şairlerinin etkisi büyüktür

Bu yüzden şiirimiz Batı dillerine çevrildiği zaman çok eksik kalıyor. Aynı şekilde Batı’nın düşünce eserlerini Türkçe’ye çevirirken de büyük sıkıntılar yaşıyoruz. Terminolojinin oluşması çok zor oluyor. Batı terminolojisine geçmeye çalıştık, sonra Marksist terminolojiyi benimsemek istedik ama tam olarak yapamadık, geçemedik. Sanki bir kavramın yerine bir başkasını da söyleyebilirmişiz gibi yaklaşılıyor. “Toplumcu”, “toplumsal” gibi sözcüklerin bile birbirinin yerine kullanıldığı oluyor. Kelimesi olmayan kavramlar da yok sayılıyor. Osmanlı’nın son döneminde Namık Kemal gibi vatan şairleri çıktı. Müthiş şiirler yazdılar, vatanseverlik duygusunu somutlaştırdılar. Bu şiirler birçok kişiyi olduğu gibi, Manastır Askeri Lisesi’nde okuyan Mustafa Kemal ve arkadaşlarını da etkiledi. Tevfik Fikret’lerin yapıtlarını takip ettiler, onlardan heyecan duydular, kararlı biçimde devrim yoluna girdiler. Cumhuriyet devriminde vatan şairlerinin ciddi bir etkisi vardır.

Ruhumuzu alt üst etti, iç dünyamızı ayaklandırdı

Bu şairlerden önce vatan kelimesi de kavramı da yoktu. Çünkü her yer ve her şey mülktü, padişahın mülkü. Hatta 31 Mart İsyanı’nda alaylı askerler sokakta “Yaşasın Vatan” diye slogan atan mektepli subayları dövüp “Niye yaşasın Vartan diye bağırıyorsun, yaşasın padişahımız desenize” diyecek kadar vatan kavramından habersizdi. Kurtuluş Savaşı günlerinde de kahramanlık, fedakarlık ve halkın bağımsızlık mücadelesiyle ilgili şiirler yazıldı. Sonra Cumhuriyet’i öğrenme sürecinde, devrimleri ve ulus kavramını yerleştiren şiirler yaygınlaştı.  Bizim kuşaklarda da aynı durum sürdü. 1960’larda Plehanov gibi yazarlardan başlayarak Marksist literatür çevriliyordu, onları da okuyorduk, dünya görüşümüz değişiyordu ama hepsinden önce ve hepsinden derin biçimde bizi Nazım Hikmet etkilemişti. Nazım ve peşinden gelen şairler, sonra romancılar, Yaşar Kemaller, Orhan Kemaller... Bütün bunlar bizim ruhumuzu alt üst etti, iç dünyamızı ayaklandırdı. Aynı durumu Necip Fazıl’ın şiirlerini okuyanlar başka bir açıdan yaşadılar. İktidarlar bizim gibi toplumların şiirle dönüştüğünün farkında elbette. Dönüşüme engel olmak veya kendi istedikleri yönde dönüşüm sağlamak için, çok yoğun bir kültür mücadelesi vermeye çalışıyorlar. “Biz her şeyi kazandık, her alanda başarılıyız, bir tek kültür alanını ele geçiremedik” söyleminin ve de mücadelesinin amacı bu olsa gerek.