Max Weber okumuş olanlar onun, din ve ahlak ilişkisini irdeleyen ve özellikle protestan ahlakının ticaret ve çalışma hayatına etkilerini ortaya koyan görüşlerini bilir. Ona göre din, bazı toplumların ilerlemesine, bazılarının da geri kalmasına neden olur. Mesela Hindistan ve Çin sanayi devrimini yapabilecek noktaya geldikleri halde, rasyonel olmayı becerebilen bir zihniyet devrimi yaşamadıkları için öncülüğü İngiltere’ye Hollanda’ya kaptırmışlardır. Pek tartışılır yanı da yoktur bunun. Çünkü çoğu yerde ahlak din kökenlidir. Calvin’in dine getirdiği içtihadın, sanayileşme ve ticaret açısından büyük bir rol oynadığı da bilinen bir gerçektir. Bu inanç biçimi kapitalizmin ruhunu oluşturur. (Tabi bu arada kapitalizmin sömürü mekanizmalarının da esasını.) Şöyle bir soru soralım kendimize? Hangi ülkelerde, şehre yeni gelen bir turist olsanız, taksi şoförlerinin sizi en doğru yoldan götüreceğine, tarifeye göre doğru bir ücret alacağına inanırsınız? Mesela İskandinav ülkeleri; İsveç, Danimarka, Norveç, Finlandiya? Bu ülkelerde şoföre güvenmemeniz söz konusu olmaz. İngiltere; yine aynı şekilde. Hollanda, Almanya… sıradan gidelim. Böyle birçok ülkede taksi şoförleri örneğindeki gibi hemen hemen, içine para giren ilişkilerin hepsi güvenlidir. Ama dikkat ederseniz bu ülkelerin çoğu ya tamamen Protestan ya da halkının büyük kısmı bu mezhebe bağlı. Dolayısıyla Weber’i doğrular biçimde Protestan ahlakının iş ve ticaret ilişkilerini belirlediğini görmek mümkün. (Almanya’daki Türk taksi sürücüleri de o sisteme uyuyor ister istemez.) Güneye doğru indikçe yani Katolik ülkelere geldikçe, bu güvenilirlik olayı azalır. İtalya gibi ülkelerde epey dikkatli olmaya çalışırsınız. Çünkü alışveriş kurallarını koyan Protestan ahlakı yoktur oralarda. Ortodokslarda da yoktur. Gelelim bizi daha çok ilgilendiren İslam ülkelerine. Bu memleketlerde de taksiye gönül rahatlığıyla binemezsiniz. Çünkü ‘’şark pazarı’’ denilen kavram büyük ölçüde kandırmacaya dayanır. Ne var ki Türkiye, halkının çoğunluğu Müslüman olan ülkeler arasında, parmakla gösterilecek bir dürüstlüğe sahipti. Evet, evet yanlış okumadınız. Her ülke gibi laik Cumhuriyet’te de yolsuzluklar, Yavuz/Havuz meselesi gibi davalar oluyordu ama hiçbir zaman bu boyutta değildi. Bizim çocukluk ve gençlik dönemimizde eve bir tamirci çağrıldığı zaman güvenirdiniz, ayakkabılara pençe yapan, yiyecek maddeleri satan insanlara gerçekten güvenirdiniz. İstisnalar elbette vardı ama toplumun geneline bir ahlak anlayışı hakimdi. Peki bu ahlak anlayışı nereden geliyordu? Siyasal İslam her şeyi belirlemeden önceki Türkiye’nin, ahilik teşkilatlarından, loncalardan edindiği gelenekleri ahlaka dayanan bir İslam anlayışıyla kaynaştırmasından ve elbette yeni bir Cumhuriyet kurmuş olmanın taze başlangıç moralinden. Belki bu dediğime şaşıranlar olacak ama inanın ki Calvinizm nasıl sıradan insanın ahlak yapısını koruyorsa, bizi de birbirimize düşüren, nefret ettiren, ezen parçalayan, sömüren, toplumun çoğunluğunu ahlak düşkünü haline getiren sistemlerden önce temiz bir İslam anlayışı vardı. Herhangi bir tamir işi için eve çağırdığınız, alışveriş yaptığınız sıradan insanlara güvenirdiniz, çünkü geleneksel bir haram/helal kavramına sahip olduğunu bilirdiniz. Herkesin sık sık tekrar ettiği söz; ‘’Ben çocuklarımın boğazından haram lokma geçirmem’’ inancına dayanıyordu. Bunları teorik bir varsayım olarak değil, bizzat gözlediğim, yaşadığım gerçekler olarak yazıyorum. Büyük ticarette, hükümetlerde yolsuzluklar, o dönemin deyimiyle ‘’devlet eliyle fert zengin etme’’ vardı elbette ama sıradan, ‘’Allah’tan korkan’’ insan düzeyinde ahlak böyleydi. Sonra haram/helal kavramı kalktı; artık bu sözü sadece helal yiyecek vs. anlamında duyuyorsunuz. Kalkan haram/helal kavramının yerine çağdaş tüketici hakları, denetim, gerçek ombudsmanlık sistemi de geçemediği için bugün esnaf ahlakından söz eden insana gülerler. Hatta eskiden hiç olmayan, bize Amerika’dan gelen ‘’loser’’ sözünü kullanır, ezik diye alay ederler. Çünkü artık kural, yıkıp döküp, suç işleyip, kimsenin gözünün yaşına bakmadan zengin olmaktır. Hak hukuk, ahlak çok eskide kalmış kavramlardır. Çünkü siyasal İslam, İslam değil, bir zenginleşme ve iktidara gelme mücadelesidir. Eskiden dine dayalı ahlakın temizlik kavramını içerdiğinden de söz edelim biraz. ‘’Temizlik imandan gelir’’ sözünü duyuyor musunuz son zamanlarda. Hayır değil mi? Oysa biz çocukluğumuzda her gün duyardık bunu ve dar gelirli ailelerin evleri sakız gibi yıkanmış beyaz örtüleriyle, sabun kokan, yerlerin de arap sabunuyla silindiği evlerdi. O da kalmadı. Çünkü artık temizlik, dürüstlük, kul hakkı yememek, hakkaniyet, merhamet gibi kavramlar ayrı, din ayrı. Bugün büyük bir kesim İslamiyet’le ahlakı birbirinden iyice ayırdı ve dini sadece Allah’a karşı görev diye öğretilmiş ibadetleri yerine getirmek (bir çeşit Allah’ı kandırmaya çalışmak), cami dışında da insanlığa sığmayacak her türlü suçu rahatça işlemek biçiminde anlıyor. Artık din eski Türkiye’deki gibi bir ruh disiplini değil, ahlakla ise hiç ilgisi yok. Bu açıdan ben Türkiye’nin önündeki en büyük sorunlardan birini, dinle ahlakı tekrar bir araya getirme mücadelesi olarak görüyorum. Çünkü ne din yok olacak ne toplum. Eğer din, temiz ve dürüst insan yetiştirme amacına hizmet ederse, yani bize şimdi klişe gibi gelen ‘’Allah’la kul arasındaki inanç’’ olarak anlaşılırsa, yüz yıllardır iktidar mücadelesi veren, bu amaç uğruna dini kullanan yapılardan temizlenebilirse, ahlakla tekrar bütünleşmiş olur. *** Kültürü kuşaktan kuşağa taşıyan iki büyük araç din ve dildir. Eğer siz dini bir zulüm ve kandırma aracı haline getirir, dili de üç yüz kelimeyle sınırlandırırsanız, genç kuşaklara aktaracağınız şey gelenekleriniz değil, dünyaya egemen olan popüler kültür ürünlerinin yaydığı şiddet ve ahlaksızlık ortamı olur. Bizim bu topraklarda 13. yüzyıldan beri taşımaya çalıştığımız kültür, ‘’Bir tek gönül yıktın ise/ Bu kıldığın namaz değil’’ diyen Yunus Emreler geleneğidir. ‘’Her ne arar isen kendinde ara/ Kudüs’te Mekke’de Hac’da değildir’’ diyen Hacı Bektaş terbiyesidir. *** Yazının başında loncalardan söz ettim. Bununla bitireyim sözü. Osmanlı zamanında her esnaf grubu, her meslek bir araya getirilir, alçak damlı küçük atölyelerde arasta adı altında toplanırdı. Ayakkabı dikenlerin de kendi bölümleri vardı elbette. Onlarca ayakkabıcı bir aradaydı. Eğer bir kişi, bir ustaya ayakkabı yaptırmış ama ya malzeme kötülüğünden ya ustalık eksikliğinden pabuç erken yırtılmışsa, su almışsa müşteri loncaya başvururdu. Haklı görülmesi halinde de o yırtık pabuçlar ustanın dükkanının damına asılırdı. Gelen geçen görsün de o ustaya yaptırmasın diye. Bu durumda o atölye batardı elbette. İşte ‘’pabucu dama atılma’’ deyimi buradan gelir. Bizim bu dönemde dini ve ahlakı birbirinden ayırmamız, pabucumuzun dama atılması sonucunu doğurdu. Bu iki kavramı tekrar bir araya getirmek için bir restorasyon dönemine ihtiyacımız var.
12.03.2021 06:00
Dinle ahlak tekrar bir araya gelmeli
Bugün büyük bir kesim İslamiyet’le ahlakı birbirinden iyice ayırdı ve dini sadece Allah’a karşı görev diye öğretilmiş ibadetleri yerine getirmek, cami dışında da insanlığa sığmayacak her türlü suçu rahatça işlemek biçiminde anlıyor. Artık din eski Türkiye’deki gibi bir ruh disiplini değil, ahlakla ise hiç ilgisi yok
Müzik konusunda yanlış anlamalar
22 Kasım 2024
Etik ve ahlak arasındaki fark
15 Kasım 2024
Batı neden laikleri değil dincileri seçti?
01 Kasım 2024
Kültür tarlasına zehirli tohum
18 Ekim 2024
İnsan üzerine notlar...
Tüm Yazıları
27 Eylül 2024