25 Kasım 2024, Pazartesi Gazete Oksijen
21.10.2022 04:32

Kendi gökyüzümüzde iki yıldız

Bir Ege akşamında, sinemamızın devleri, sevgili dostlarım Filiz Akın ve Türkan Şoray’la hasret gidermenin mutluluğunu yaşadık. Umut verici, insanca, sıcak sohbet, ılık bir yaz gecesi gibi sarıp sarmaladı bizleri.
İki büyük starın aralarındaki arkadaşlık oldum olası etkilemiştir beni.

Fellini, Gemi Gidiyor filminde müthiş bir gözlemle ‘diva’ların çarpışan egolarını, kıskançlıklarını, yakıcı rekabet duygularını anlatır. Gösteri ve sanat dünyasında yadırganmayan, doğal karşılanan bir meslek hastalığıdır bu. 

‘Doğu’nun Sultanı’ Türkan Şoray.

Her starın çevresinde oluşan hayranlık çemberi, mektuplar, mesajlar, resimler, bir kere dokunabilmek için kendini paralayan hayran kitlesi, her gittikleri yerde başların onlara dönmesi pek çok starda bir ilah/ilahe duygusu oluşmasına neden olur. Sıradan insan gibi yaşayamaz. Beyaz perde ya da sahnedeki imgesi, gerçek kişiliğine baskın çıkar. Son nefesine kadar o imgenin peşinden koşar.

Türkan Şoray ve Filiz Akın gibi ikonların da böyle bir hayat sürmesi normaldir, yadırganamaz. Ama gelin görün ki bu iki yıldız da son derece alçak gönüllü, hiç büyüklük taslamayan, ‘Ne oldum’ duygusuna hiç kapılmamış ve gündelik hayatlarını bizler gibi geçiren insanlar. Büyük ünlerini, evin kapısında biten bir meslek olarak kabul etme eğilimindeler. Bir de kendi aralarında müthiş bir şefkat, dayanışma, güven veren bir arkadaşlık var.

Kaç yıllık konuşmalarımızda Türkan’ın ve Filiz’in, meslektaşlarına karşı hep sevgi, dostluk duygularıyla dolu olduğunu gördüm. Hiç kimsenin arkasından konuşmazlar, herkesin iyiliğini isterler. O büyük ünün getirdiği sarhoşluğu aşıp, bilgeleşmişlerdir.

Bu konu üzerinde çok durmam yadırganabilir belki ama bence çok önemli. Çünkü Türkiye’de küçük insanların büyük egoları hepimizi yordu, isyan etme noktasına getirdi. Trafikten ekrana kadar yayılan ‘Ben var ya ben’ kibri ülkeyi zıvanadan çıkardı.

‘Batı’nın Prensesi’ Filiz Akın.

Aslında garip bir durum bu. Dünyada müzik, sinema, sahne starları birbirlerini ölesiye kıskanır; küser, dedikodu yaparlar, buna karşılık -mesela- medya mensupları bir dayanışma içindedir. Türkiye’de ise durum tam tersi. Her birinin milyonlarca hayranı olan starlar birbirini kıskanmaz, dedikodu yapmaz ve rakibine sevgi duyarken, bazı gazeteciler birbirini yiyor. Ellerinde kalem yerine balta, satır olsa ortalık kan gölüne döner. Saçma sapan bir durum bu.

Gazeteci dediğin, emeğiyle geçinen, toplumun önünde olmayan; tam tersine, toplumun önünde olanları izleyen kişidir. Daha doğrusu dünyadaki örneklerine bakarak, öyle olmalıdır. Eskiden bizde de durum buydu ama yeni Türkiye’de işler pek acayipleşti. Biraz alkış alan, ekrana çıkan, makam mevki sahibi olan, para kazanan herkes kendisini yarı tanrı olarak görmeye başlıyor.
Bu yüzden Türkan Şoray-Filiz Akın gibi örnekler çok önemli.

Ayna

Sinema, ülkelerin yüzüne tutulan bir ayna. Bu aynada gördüğünüz yüz, size ne kadar benzerse o kadar ölümsüz oluyor; oyuncuların jestleri ne kadar yerliyse o kadar unutulmaz kılıyor filmi.

Fellini İtalyan insanının yüzünü, onun mimiklerini ve davranış biçimlerini keşfetmişti. Ingmar Bergman İsveç’in, Ozu ve Kurosava Japonya’nın resmini yapıyordu.

Aslında, her ülkeyi anlatan bir yüz vardır.

Fransızlar bu yüzü Marianne adı altında taşa oyar ve resmi kurumlarına asarlar. Çünkü Fransa’nın yüzüdür o.

Son yıllarda bu onur Laetitia Casta’ya bağışlandı.

Ama bu işler sadece hükümet kararıyla olmuyor, en büyük jüri halk.

Arap halklarının Ümmü Gülsüm’ü “Çölün sesi” olarak bağırlarına basmaları, İtalyanlar’ın Sophia

Loren’de bütün Latin kadınlığını bulmaları gibi uzun ve karmaşık bir süreç gerekli bunun için.

Türkiye’den de birçok güzel kadın geldi geçti.

Kimisi Avrupalıya benziyordu bu kadınların; Avrupalılaşma özlemimizi ifade ettiler.

Kimi doğuluydu; kökenimizi hatırlattılar.

Tarihsel nedenlerle dualist bir kültüre sahip olduğumuz için Türkiye’nin kimliğini tek bir kadın yüzüyle belirlemek zor. Tanrı Janus ya da Selçuk kartalı gibi biri Doğu’ya biri Batı’ya bakan iki ayrı yüz gerekiyor.

İşte bu simge yüzler Türkan Şoray ve Filiz Akın.

Doğu’nun sultanı

Bu ülke kadınlarının iri, siyah ve çile çekmiş gözleri Türkan Şoray olarak yansıdı beyaz perdeye.

Ona bu yüzden “Sultan” denildi. Çünkü bu yüz bir Belçikalıya ait olamazdı, bir Fransız, İngiliz, Amerikalı,

Hintli, İtalyan, Arap değildi. Türkiye’ye özgü bir kimyayı yansıtıyordu.

Dünyanın bütün ulusları arasında bir anda fark edilen Anadolu bakışı vardı onda.

Anadolu’nun yüzüydü.

Bu topraktaki milyonlarca kadın yüzünün bileşkesiydi.

Evlere kapatılan, tarlada çalıştırılan, çarşaf altında gizlenen, doğuran, doğumlarda ölen, milyonlarca kadının ifadesiydi.

Ve bir Mezopotamya gecesi kadar siyah bir peçenin aralığından bizleri süzüyordu. Bu yüzden ilk yıllarında onu beğenmeyen, yeteri kadar “Avrupai” bulmayanlar bile zamanla etkisi altına girdi. Ve her zaman olduğu gibi toprak, kültür ve köken galip geldi.

Yıllar önce Stockholm’de bir montaj masasını hatırlıyorum.

Türkan Şoray, Yaşar Kemal’in harika romanı “Yılanı Öldürseler”i sinemaya aktarmış, hem oynayıp hem yönetmişti. Abidin Dino ile birlikte montaj yapılıyordu. Filmin kameramanı Güneş Karabuda ve Erhan Güner de oradaydı.

Ben filmin müziğini yapıyordum ama montaj çalışmalarına da katılıyordum. Bu günlerden birinde Türkan Şoray bana “Niye bir film yapmıyorsunuz?” diye sordu. “Herhalde çok güzel olur.” Bu söz, içimde uyumakta olan sessiz volkanı harekete geçirdi ve yıllar sonra Türkan Şoray’la bir filmde buluştuk.

Türkan Şoray, çevresinde bir aurayla dolaşan oyunculardan.

Bu manyetik etki nedir, nasıl açıklanır diye çok düşündüm.

Çünkü Türkan Şoray’ın varlığından yayılan bir çekim alanı insanları dikkate, saygı göstermeye zorluyor ve gündelik, sıradan ilişkilerin ötesine çekiyordu.

Türkan Şoray’ın kişiliğindeki kırılganlığı hissettim. Kırılgan bir insan ve her anı, bir duygu patlamasının öncesi gibi yaşıyor.

Batı’nın prensesi

İki yüzyılı aşkın bir süredir Batılılaşan ve kimliğinin ayrılmaz bir parçası Balkan-Avrupa olan bir medeniyetin bu yüzünü temsil eden ikon ise Filiz Akın.

Türkan Şoray’la değerli bir madalyonun iki yüzü gibiler.

Filiz’in bakışları, hareketleri, hiç kaybolmayan zarafeti kültürümüzdeki Batılılaşmanın simgesi oluyor.

Milyonlarca genç kız ona benzemeye, onun gibi görünmeye çalışıyor. Erkek hayranlarındaki aşk tutku boyutuna yükseliyor. Yeni kuşakları etkiliyor. Yeni film yapmamasına rağmen hayranlık boyutu giderek artıyor, eksilmiyor ve yeni kuşakları etkiliyor.

Filiz’deki feminen duyarlılık ve kırılganlık, onu ipek bir şal gibi sarıp sarmalıyor.

Dünya Sineması’nda da kadın oyuncular için en büyük özellik bu galiba. Greta Garbo ve Ingrid Bergman’da da aynı gizemli kırılgan, alıngan hava sezilmiyor muydu?

Marilyn Monroe da kırılgandı.

Genç bir kız ve kariyerinin başlangıcındaki bir oyuncu iken Elia Kazan’la birlikte yaşamışlardı.

Elia Kazan, Göcek koylarındaki mavi yolculuklarımızda, yıldız yağmuru altındaki güverteye uzanmış sohbet ederken onu çok anlatmıştı bana. “Yalın, olduğu gibi davranan, çabuk incinen bir kızdı. Çok iyi bir yüreği vardı. Sabahları ben uyanmadan bisikletle gidip bana çörek alır, kahve kokusuyla uyandırırdı” derdi.

Siz bakmayın kavgacı kadınlara, dünya hala gözleri bir anda doluveren buğulu ve çabuk incinen ilahelerin peşinden gidiyor.

İyi ki Türkan’ımız, Filiz’imiz var.

İyi ki ikon oluşları, onların duruşunu, kişiliğini, dürüstlüğünü, insan ve doğa severliğini bozmamış.

Ne mutlu bizlere. 

Zülfü Livaneli
Zülfü Livaneli