20 Nisan 2024, Cumartesi
11.02.2022 04:40

Sanatı rahat bırakın!

Türkiye’de çarpıtılan kavramlardan biri de ‘’sanatçı’’ tanımı. Ressamlar, şairler, yazarlar, oyuncular, reklamcılar, belli mahallelerde oturanlar, sunucular, belli bir bara gidenler, mankenler, oyuncular hep sanatçı diye anılıyor.  Çağlar ötesine kalacak şairler de bu kavramın içine sıkıştırılıyor, büyük ressamlar da, halkı eğlendiren arabeskçiler ya da pop yıldızları da.  Niyetim kimseyi küçümsemek ya da dışlamak değil. Popüler kültür de toplumun olmazsa olmazıdır ve kendisini eğlendiren, oyalayan insanlara ihtiyaç duyar.  Buradaki itirazım sadece terminolojiye.   Bu girişten sonra gelelim asıl konuya. Sanat yapıtı, yaratıcı heyecanın estetik ölçülerle disipline kavuşturulmasıyla oluşur.  Sadece heyecan, duygu, empati, içe doğan ezgiler, fırçanın ucuna gelen figürler yetmez.  Bunlar şart elbette. Olmazsa olmaz. Ama bu heyecanları her sanatın estetik kurallarıyla işleyemezseniz, ortaya başka bir şey çıkar. Zordur gerçek sanatla uğraşmak.  Bir ressam bomboş bir tuvalin karşısına geçer ve hiçbirimizin ulaşamayacağı bir yetkinlikle hayal dünyasını, düşüncelerini, eleştirilerini resmeder. Çılgın bir enerji ister bu. Yazarların boş kağıt karşısındaki durumu da böyledir, bestecilerin porteye notalar yazmak için beynini zorlaması da.   Düşünsenize, diyezler bemoller hariç yedi tane nota var ve siz o malzemeyle dünyada daha önce hiç yapılmamış, şu anda da 8 milyar insanın yapmadığı özgün bir ezgi yaratacaksınız.  Theodorakis bazı sohbetlerimizde ‘’Yepyeni bir beste yaratmak bir insan doğurmak gibidir’’ derdi.  

Aşırılık normal

Sancısız doğum olmaz, bu yüzden her yaratıcı sanatkar -belki de diğer insanlardan daha fazla- üzülür, sevinir, ağlar, etkilenir, heyecanlarına ve sinirlerine hakim olamaz. Sanat bir parça da aşırılık demektir. Dünyanın birçok ülkesinde sanatkarlara, daha geniş bir özgürlük alanı tanınır. Onlardan, her durumda soğukkanlı hesaplar yapan, lafını ölçüp biçip de söyleyen insanlar çıkması zordur.  Romanda yazdığı karakter öldü diye hıçkırıklara boğulan Balzac’tan nasıl beklenebilir böyle bir davranış. Ya kulağını kesen Van Gogh’tan.  Biliyorsunuz; Gauguin kendi halinde bir muhasebeciyken -çevresine göre- birden çıldırdı, evini terkedip ressam olacağım diye Paris’e, sonra da Haiti’ye kaçtı, bir yerli kızla evlendi, oradaki basit evinin duvarlarına, bugün olsa hayranlıkla izleyeceğimiz resimler yaptı ama ölmeden önce evi yaktı.  Puşkin bir aşk düellosunda genç yaşta öldürüldü.                                                                                                                                       İntihar eden sanatkarları ise saymaya kalksak başaramayız.

Sanat ve siyaset

Kabul gören bir teoriye göre sanatkârların pek çoğu, nevrozlarından kurtulmak için sanata sarılırlar. Zaten bu nevrozları sayesinde neredeyse yüreklerini kazıyarak dünyaya eserler hediye ederler. Bu nedenle sanatkârlar için ‘’normal’’ insanlara uygulanan ölçülerin dışında bir ölçü geliştirilir. Farklı değerlendirilirler. Özgürlük alanları, hata yapma payları daha geniştir.   Bu açıdan siyasetçilerin tam zıddı olan noktada yer alırlar. Siyasetçi her aklına geleni söyleyemez, hayata ve kafasındaki gerçek düşüncelere göre değil, siyasetin gereklerine göre konuşur.  Sanat ve siyaset birbirinin zıddı olan meslekler.  Sanatkâr, yüreğinin ve beyninin adeta dibini kazıyarak duygularını, düşüncelerini söylemek zorunda hisseder kendisini. Siyasetçi ise, tersini düşünse bile siyasi açıdan doğru olanı ifade eder.  Bu dünyada herkes aynı ölçülerle değerlendirilemez.  Sizi etkileyen, ağlatan, hüzünlendiren, güldüren, düşündüren, neşelendiren insanlar, o duyguların kaç katını yaşayarak ve sonunda bunu estetik bir biçime kavuşturmak için ter dökerek size ulaşıyor. 

İşin doğasında var

Böyle bir insandan bir finans yöneticisi, bir siyasi analist, bir parti lideri, bir yargıç gibi davranmasını beklemek haksızlık olur. Zaten o kişi, kamuoyu önderi değildir. Öyle bir iddiası yoktur. Her konuyu, toplumun ortalamasından daha duyarlı bir şekilde yaşadığı için zaman zaman aşırı davranışlarda da bulunabilir. Mesela Dostoyevski siyasi bakımdan düpedüz ‘gerici’ damgası yemiş düşüncelere sahipti ama bu durum o büyük yaratıyı, insan ruhunun karanlık noktalarını aydınlatan dehasını gölgeleyebilir mi?   Balzac, o devre göre geri sayılacak fikirlere sahip bir kraliyet yanlısıydı. Ama biz bugün, o dönem Fransasını Balzac’tan daha iyi anlatan bir kaynak bulamayız.  Komünist Partisi üyesi Picasso’yu düşünelim. Çıplak pozlar vermeler, üstü açık arabada düdük çalarak şehre girmeler, onlarca kadınla yaşanan tuhaf ilişkiler onun sanatını ve ününü gölgeleyebilir mi hiç? Ya Salvador Dali? ‘Ben bir dâhiyim, çünkü bu sabah peçeteme yumurta döktüm, bütün dâhiler böyle yapar!’ diyen bir Franco yanlısının eserlerini hayranlıkla izlemiyor muyuz? Nazım Hikmet heyecandan heyecana sürüklenirken, o çocuk saflığındaki yüreğiyle inişler çıkışlar yaşamadı mı? Dar siyaset pencereleri bu yaratıcı kişileri anlamaya, yorumlamaya yetmez, mutlaka daha farklı değerlendirme ölçüleri gerekir.  Ama bir kişi siyaset yapıyorsa, günlük siyaset yazıyor, kamuoyunu yönlendirme işlevi görüyorsa, eylemlerinin ve yazdıklarının hesabını vermek zorunda elbette.    Baudelaire sanatkârı anlatırken der ki: Bir kartalın, gökyüzünde uçmasını sağlayan kanatları, yeryüzünde yürümesini zorlaştırır.   Arada bir tökezlemek bu işin doğasında var.

Film önerileri

Son zamanlarda izlediğim güzel filmleri paylaşayım sizinle: 1- Pedro Almadovar, Paralel Anneler 2- Ridley Scott, Son Düello  İki film de çocuk, aile, annelik-babalık, kadın-erkek ilişkisi gibi temel konularda derin düşünceler uyandırıyor ve filmleri izledikten günler sonra bile kendinizi bazı cevaplanmamış soruların içinde buluyorsunuz.