22 Kasım 2024, Cuma Gazete Oksijen
20.08.2021 04:30

Temcit pilavı kaç kez ısıtılır?

30-40 yıldır aynı yazıları yazıyormuşum gibi geliyor bazen. Sorunlar aynı, hiç değişmiyor. Yine de size biraz temcit pilavı ikram edeceğim

Bazen bana, hayatım boyunca temcit pilavıyla uğraşmışım gibi geliyor. Bildiğiniz gibi Ramazan aylarında iftarda yenilen pilav, sahur için tekrar ısıtılıp sofraya getirilirdi. Bir konunun tekrar tekrar ısıtılıp öne sürülmesine de ‘’temcit pilavı’’ denir ve çok sıkıcı bulunur.  Bugün ben, biraz sıkmayı göze alarak size çeşitli temcit pilavları ikram etmeyi düşünüyorum. Çünkü yazdığım her yazıda kendimi tekrar ettiğim hissinden kurtulmam mümkün değil. Sanki 30-40 yıldır dönüp dönüp aynı yazıları yazıyorum. Sorunlar aynı, hiç değişmiyor. 

EINSTEIN’IN SINAVI

Albert Einstein, Princeton Üniversitesi’nde bir sınav yapmış. Derslikten çıktıktan sonra asistanı “Üstad” demiş, “Geçen yılki sınavda da aynı soruları sormuştunuz. Farkında mısınız?” “Evet” demiş Einstein. “Sorular aynı ama cevaplar değişti.” Bu harika cevaptan hareketle biz de eski sorunlara yeni cevaplar, eski hamamlara yeni taslar bulmak zorundayız.  Dünyanın en ısrarcı papağanı gibi durmadan aynı klişeleri tekrarlamak, sorunları çözümsüz bırakmaktan başka hiçbir sonuç doğurmuyor. Bu ülkede hayatım boyunca “Milli birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz zaman” lafları dinledim. 1950’lerden beri sivil ya da askeri iktidarların “vatan hainleri” suçlamalarını işittim. Bu “vatan hainleri” ne biçim becerikli insanlarsa bir türlü yakalayamadık gitti. Bir iktidarın vatan hainliğiyle damgaladığı kişiler, kendileri iktidara gelince ötekilere aynı suçlamaları yönelttiler. Epey bir şaşkınlıktan sonra şunu anladım ki “Beni eleştiren herkes vatan hainidir!” mottosuna sarılmış siyasiler. Değişmez kuralımız bu. 

POLİTİKA VE SİYASET

Demokratik ülkelerde hep gördüğümüz siyasi partiler ve seçimler bizde de var. Ama büyük bir farkla. O ülkelerde partiler ve liderleri ülkenin nasıl yönetilmesi gerektiğiyle ilgili, ancak nüans düzeyinde algılanabilecek ayrı görüşlere sahipler ve bunu medenice tartışıyorlar. Bizde ise rejim kavgası var: Bazı görüşler “Bu cumhuriyeti yıkalım, inancımıza göre yeniden kuralım” derken, başka bir kesim de “Hayır, kuruluş ilkelerimize sadıkız. Size Cumhuriyet’i yıktırmayız” diyor. Ve bu kutuplar birbirinden nefret ediyor.  Bir ülkede merkez sağ, merkez sol partiler iç kargaşaya yol açmaz ama dini, etnik, mezhepsel, ırkçı partiler iç çatışmalara sürükler.  Birçoğumuzun sandığı gibi “politika” ile “siyaset” kelimeleri aynı anlama gelmiyor. Politika Yunanca ‘polis’ yani şehirden gelir. “Şehirde olup bitenler, konuşulanlar” gibi bir anlamı var (Ne olur “poli/çok - tika/yol” gibi bir galat-ı meşhuru tekrarlamayın bana). Siyaset ise at terbiye etme anlamı içeriyor. Aynı kökten gelen “seyis” nasıl kırbaçla at terbiye ediyorsa, siyasi reisler de aynı yöntemi kullanıyor.  Temelinde İbn Haldun’un meşhur “kabile asabiyeti’’ var. Siyaset bir de cezalandırma, idam edilme manasında. 

BU PİLAV ÇOK SU KALDIRIR

İşte şimdi yine temcit pilavını ısıttık. Çünkü bu görüşleri en az 30 yıldır yazıyorum.  1990’lı yılların ortalarından itibaren “sağı ve solu olan demokrasiden korkmayın ama dini, etnik, milliyetçi kutuplaşma ülkeyi böler’’ diye yazmaya başladım ve bu konuda yüzlerce yazı yazdım. İlk başta hiç kimse inanmıyordu, şimdi ise “Ne var bunda? Zaten herkesin gözü önünde’’ diyorlar. Ben de kendimi Nazım’ın “Yaklaşan düşmanı görüp de haber veremeden öldürülen nöbetçisi” gibi hissediyorum.  Şunu anladım ki bu ülkede kimseye “Önünde çukur var” demeyeceksin. Seni suçlar ve o çukura düşmeden anlamazlar. 

KÜÇÜK KIYAMET

Mesela deprem konusu.  AKP iktidarının ilk dönemlerinde tarifeli uçaklarda bakanlara rastlamak mümkündü. Bir gün iki bakanla Ankara uçağında karşılaştık. O gün deprem incelemeleri yaptıklarını söylediler.  “Peki, kararınız ne?” diye sordum.  Cevap olarak ne deseler beğenirsiniz. “Vallahi Allah acısın” dediler “Yapabilecek bir şey yok.” Bakanlardan biri Avcılar’da oturduğunu, 99 depreminde duvarlarının çatladığını söyledi.  “Ne yaptınız?” dedim. Çatlağı sıvayıp oturmaya devam etmişler. Öyle ya! Takdir-i ilahi.  Oysa İstanbul depreminin yüzyılın felaketi olacağı belli. Osmanlı’nın kıyamet adını taktığı, padişahı Edirne’ye kaçıran, Ayasofya’nın kubbesini bile yıkan, Fatih Camii’ni yerle bir eden deprem bugünkü derme çatma yapıları kim bilir ne hale getirecek.  Buna karşı tek tedbirimiz “Allah acısın!” temennisi. İşte yine aynı yazıyı yazdığım duygusuna kapılıyorum. Bu konuyu da onlarca kere yazdım, “Aman bu da deprem deprem diye tutturdu” dediler. Temcit pilavı yalnız bu konularla sınırlı kalmadı. Gazetelerin “Artık Avrupalıyız” manşetleri attığı, havai fişek şenlikleriyle AB’ye girişimizin kutlandığı dönemde “Hayır, böyle bir şey yok. Halkı kandırmayın” diye kendimi yırtım ama ne fayda?  “Wishful thinking”in önüne geçmek mümkün değil. 

İSLAM VE LAİKLİK

En büyük mücadelemizi ise emperyalist Batı’nın bütün İslam dünyasında radikalizmi desteklemek için Atatürk örneğini ve model olabilecek Türkiye laikliğini yıkma kampanyasına karşı verdik. İnsanları uyarmaya çalıştık.  “Sizce ABD ve AB niye bu ülkenin laiklerine karşı çıkıyor, ille de ’ılımlı İslam’ diye tutturuyor, planı görmüyor musunuz?” diye çırpındık. Yakın arkadaşlarımız bile alay etti bizimle. Hatta bazı gazeteler, askeri hapiste yatmış, yıllarca yasaklanmış ve cuntalara karşı özgürlük mücadelesi vermiş bizim gibi kişilere “Kemalist faşist” diye saldırdılar.  Oysa biz Cumhuriyet’i yıkmak değil, onu demokratlaştırmak istiyorduk.  Ve bu işin İslam’la olmayacağını bilecek kadar akıl sahibiydik.  Avrupa Konseyi’nde ordunun yaptığı darbeleri hatırlatanlara “Haklınız, biz de bunu düzeltmek istiyoruz zaten ama evim yanıyor dediğimde nehrin yatağını değiştirip sel bastırın demiyorum. Sadece yangını söndürmek istiyorum” mealinde bir konuşma yapmıştım.  Ama öyle bir “ılımlı İslam” çılgınlığına kapılmışlardı ki dinlemek bile istemiyorlardı. İnanmayacaksınız ama bazı aşırılar Atatürk’ü Hitler’le kıyaslayacak kadar çılgınlaşmıştı.  Yıllarca yakın olduğumuz bazı arkadaşlarımızla avaz avaz bağırarak kavga etmek zorunda kaldık. İran’daki Tudeh partisini örnek gösterdik. Bu kadar saf mısınız dedik. Dinletemedik. Sonunda anladım ki bu arkadaşların çoğunu Batı’nın büyükelçilikleri yönlendiriyor. Onlar bir hükümeti desteklerse destekliyor, eleştirirse eleştiriyorlar. Batı basını da öyle. Büyük politika neyse, ona uygun davranma şampiyonudurlar. 

BÜYÜK PLAN

Peki ama bu büyük plan neydi diyeceksiniz? ABD niye Musaddık’ı devirdi, niye Bin Ladin’i, Taliban’ı yarattı, niye Türkiye’de darbeler yaptırdı, Almanya niye Milli Görüş’ü ve bilumum dinci örgütü besleyip büyüttü ve sonunda niye hepsi bu ülkedeki laik, çağdaş, kadın-erkek eşitliğine ve bilime inanan kitleleri ezdirdi? İşte bunun cevabı Huntington’ın söylediği “Medeniyetler Çatışması” tezinde.  İslam dünyası bir daha asla Harun Reşit ya da Endülüs dönemindeki gibi ileri gitmemeli, Türkiye Cumhuriyeti gibi modernleşme ve laiklik çabasına girişmemeli, kendi içindeki kabile, mezhep ve etnisite çatışmalarıyla sömürge olarak devam etmeli. Hele Mustafa Kemal ve arkadaşlarının öncülüğündeki Kurtuluş Savaşı sonunda kurulan (Amerika’nın hâlâ imzalamadığı) Lozan Anlaşması ile tescillenen, yüzünü Batı’ya çeviren, çağdaş ve laik eğitimi benimseyen, kadınlara oy hakkı tanıyan bir ülkenin İslam dünyasına örnek olması kesinlikle engellenmeli. Çünkü bu, o dünyanın Ortaçağ karanlığından kurtulması anlamına gelir ki Batı’nın en istemediği şey budur.  Bu yüzden Atatürk bir faşist gibi gösterilmeli, Amerika’ya bağlı askerlere Kemalizm maskesi takılarak darbe yaptırılmalı, onlar eliyle dini eğitimin önü açılmalı ve bütün reformlar teker teker geri alınmalıydı (Lütfen CIA Türkiye masası şefi Graham Fuller’in 30 yıl önce yayınladığı kitapları okuyun. Tam olarak bunları tavsiye ettiğini görüp şaşıracaksınız. Ona göre Kemalizm ancak ordu zoruyla tutturulan bir rejim, dolayısıyla Türkiye’de halkın benimseyeceği ve Amerikan çıkarlarını koruyan İslami hükümetler kurulmalı. Ne gariptir ki bizim eski “sol” arkadaşlarımız da yıllar sonra bu görüşleri benimseyeceklerdi).

BİR TANIKLIK

Son olarak size tarihe tanıklık ettiğim bir anı anlatayım. Hiç sevmediğim Henry Kissinger’la bir yemeğe davet edilmiştik. Adam bize, her gün Osmanlı haritasına büyük bir hayranlıkla baktığını söyledi ve sebebini şöyle anlattı: “Osmanlı’nın 500 yıl Ortadoğu’yu nasıl idare ettiğini, nasıl bir Pax Ottomanica yarattığını inceledik. Baktık ki her yeri üç ayrı eyalete ayırıyor: Şii, Sünni ve Kürt olarak. İşin sırrı bu.” O akşam yemeğinde bölgemizde neler yapılacağını, ne kanlı savaşlar yaşanacağını öğrendik. “Peki bunları niye yazmadın?” derseniz cevabım hazır. “Yazdık efendim yazdık, televizyonlarda, konferanslarda anlattık ama maalesef dinleyen olmadı.” Şimdi ben temcit pilavı yemeyip de ne yapayım?
Zülfü Livaneli
Zülfü Livaneli