25 Nisan 2024, Perşembe Gazete Oksijen
11.06.2021 04:30

Yakamozlu anılar...

Yaşamımın hiçbir döneminde not tutmadım. Yalnız 1981’de Yunanistan’daki yaz turnesinde Ülker not tutmam için çok ısrar etti, “İleride hatırlamana yardımcı olur” diyordu. Onu kıramayarak bazı notlar aldım. Şimdi geriye dönüp bakınca bu notların benim için çok değerli olduğunu görüyorum. Çünkü sorun o dönemi ve olayları hatırlayıp hatırlayamama değil. O anın coşkusu ve duyguları yansıyor notlara. Daha sonra yazılanlar ise kuru betimlemeler biçiminde kalıyor. Beni çok etkilemiş olan Yunanistan dönemini mavi kapaklı defterlere yazdığım bu notlardan aktarayım: Akdeniz Akdeniz, senden aslımız Masmavi bir aydınlıktan gelir neslimiz ‘’Bütün Akdenizliler gibi Yunanlılar da acı çekerek, bu acıyı sonsuz bir sevince dönüştürerek söylüyor şarkıları. Çok ciddi bir iş yaptıklarının farkındalar. Hayat, ölüm, dünya, yaratılış üstüne düşünür gibi... Sanki ölümlü insanoğlunun trajik sırlarından birinin açıklanış anıdır o şarkı. Bir ayindir. Bir kurban törenidir ki, kan yerine yanık ses akar yaralarından. İlk duyduğumda şaşırmıştım: “Tragudi”, Yunancada şarkı anlamına geliyormuş. Oysa sözcüğün şarkıyı çağrıştıracak bir müziği yoktu. Bağlantıyı sonradan kurdum: “Tragudi”, eski Yunanca “tragedi” den geliyor. Bu bağlantı birçok şeyi açıklıyor galiba. Batı’nın, son yıllarda ürettiği plastik müzikle; mutlu, sağlıklı ve dinamik işçiler yaratmak için giriştiği denemeler yanında bütün Akdeniz, Sicilya’dan Girit’e, Barcelona’dan Mersin’e kadar yanık, trajik bir hüznün yankılandığı şarkılarla çınlıyor. “Melali anlamayan nesle aşina değiller.” Ama Akdenizli’nin hüznü diğer bölgelerden ayrılıyor, inleme değil Akdenizli’nin şarkısı. “Bak ben ne kötü durumdayım. Siz de bana acıyın. Hep birlikte ağlayıp hayata lanet edelim” diyen ve içinde öfkeler, yıkıcılıklar taşıyan bir ölümseverlik değil bu. Çünkü ölümseverlik Fromm’a göre toprağa ve ana rahmine dönüşle ilgilidir. Deniz acıyı yakamozlandırır, tuzunda yakar, sağlıklı diri kılar ve Akdenizli şarkı söyleyip dans ederken, “Eh işte böyle kardeş” der. “İnsanoğlu ölümlü! Acılar içinde, şu güzelim dünyaya doyamadan gider. Gel biz bunu, insanın insana omuz verdiği bir büyük sevince dönüştürelim.” O zaman sevinç ile hüzün, acı ile mutluluk birbirinin içinde erir, insanoğlu ve tarih, şarkı söyleyenin dilinde yeniden kurulur. Arabeskin yakınması, şehre gelmiş köylünün güzel kadınlara ve zengin yaşamına kavuşmak için yalvarmasını, Akdenizlinin şarkısı ise bir filozofun hüznünü yansıtır.

Yunanistan’da ‘savaş sonrasının en muhteşem kadın sesi’ Maria Faranduri ve Zülfü Livaneli birlikte bir halk konserinde...
Yunanistan’da ‘savaş sonrasının en muhteşem kadın sesi’ Maria Faranduri ve Zülfü Livaneli birlikte bir halk konserinde...
*** Bir gün deniz kıyısında bir evde 15-20 kişi oturmuşuz. Türkü söyleyip duruyorum. İzmir’in Kavaklarına, geliyor sıra. Aramızda çok yaşlı Yunanlı kadınlar var. Belki doksan, belki yüz. Çok yaşlı, yüzü Efes kalıtlarına dönmüş bir kadın iki sıralı yaş döküyor ve Türkçe, “İzmirliyim” diyor. “Beş kardaşım var idi. Beşini de Germanlar vurdu. En küçüğü senin gibi türkü söylerdi. Sesi sana benzerdi.” Atina’da bir konserden sonra yaşlı, iyi giyimli bir İstanbul hanımefendisi “Efendim! Ahmet Haşim Bey’den de besteler yapıyor musunuz? Kendileri yakınımdır” diyor. Böyle birçok şaşırtıcı an yaşıyor, iki ülke tarihinin nasıl iç içe geçmiş olduğunu anlıyoruz. Daha sonra Maria’yla birlikte Yunanistan’ın çeşitli kentlerini dolaşıyoruz. 1981 turnesi Girit, Samos, Midilli, Korfu ve Kithira adalarını kapsıyor. Girit Adası’nın çeşitli kentlerinde iki konser veriyoruz. Uçakla gittiğimiz Girit’te bizi iki otobüs bekliyor. Otobüslerin birine sekiz kişilik orkestra üyeleri, bizler ve gazeteciler biniyoruz. Ötekine ise ses aletleri yükleniyor. Hoşumuza giden kıyılarda durup yüzüyoruz. Kıyılardaki balıkçı lokantalarında verilen öğle yemeği molaları en az üç saat sürüyor. Barbunya, kalamar, ıstakoz, ahtapot, bir Girit yemeği olan horta ve reçina şarabı dolu masalarda sohbet koyultuluyor. Akşamüstü vardığımız kentte otele iniyor, en geç bir saat içinde de ses provası için konser yerine gidiyoruz. Konserler genellikle şehir stadyumlarında oluyor. Sahanın ortasına kurulmuş sahnede ses ve ışık provası yapıyor, sonra konser saatini bekliyoruz. Genellikle geceyarısından sonra biten konserlerin arkasından belediye başkanları ve kentin ileri gelenleri bizi bölgelerinin tanınmış tavernalarında ağırlıyorlar. Elli altmış kişilik yemeklerde resmi konuşmalar yapılıyor, kadehler Türk-Yunan dostluğu onuruna kalkıyor; Yunanlılarda âdet olduğu üzere yemek sonunda bana ve Maria’ya birer hatıra veriyorlar. Ya deniz kabuklarından yapılmış gümüş zincirli bir tespih ya da Midilli Adası’nın yaşlı kimyager belediye reisi gibi kendi elleriyle yaptığı, altınla kaplanmış Midilli yaprakları.

VE GİRİT

Girit Adası’nın hangi köşesine gitsek, bir Türk iziyle karşılaşıyoruz. En büyük etkilenme Hanya’da... Türk hamamı ve caddelerdeki paşa isimleri bile duruyor. Girit, kafamda Kazancakis’le bütünleşmiş. Neredeyse Girit’i görmeden önce de o manastırları, tespihli, sivri bıyıklı, kara giysili erkekleri, sıcakta bin bir böcek sesiyle dolu ormanlardan mavi denizin görünüşünü biliyordum. Kazancakis’in beni en çok etkileyen yanı, ülkesine duyduğu aşk derecesindeki tutku. Bu yüzden 1980 yılındaki basın toplantısında kırk kadar Yunanlı gazeteciye, Kazancakis’ten ve kitaplarının Türkiye’de yayımlanmış olduğundan söz etmiştim. Biraz soğuk karşılamışlardı. Daha sonra konuyu deşmek için sorduğum kişilerde de aynı soğukluğu sezmiştim. Kazancakis’i fazla tutmuyorlardı. Nedenini çok sonra anladım. Güvendiğim Yunanlı arkadaşlar da doğruladılar. Kazancakis onurlu bir adam. Yanlış gördüğü her şeye ama her şeye karşı çıkıyor. Fellini’nin dediği gibi kimse onun yerine düşünemiyor. Gerçek düşüncesini söylediği için de ne yönetim seviyor onu, ne muhalefet ne de örgütler. Böylece aşiret aşiret bölünmüş bir düşünce ortamında yapayalnız kalıyor Kazancakis. Hiçbir takımda değil, kafasını kimseye kiraya vermemiş. Yalnız Kazancakis mi bunu yaşayan? Yirminci yüzyılın birçok aydını aynı kaderi paylaştılar. Kimi kendini öldürdü, kimi Kazancakis gibi gönüllü sürgünde öldü. Kimi hainlikle, döneklikle suçlandı. Bunlar hem iktidarların zulmettiği hem de muhalefetten darbe yiyen aydınlar; elleri hamur ama karınları aç. Aynı kaderi paylaşan bir başka aydın Antonio Gramsci. Mussolini’nin yükselişine karşı önerdiği tedbirler kulak ardı edildi. Yüzyılın en önemli buluşlarından biri olan, faşizmin tarihte ilk kez küçük burjuvaziyi örgütleme yöntemini bulduğu tezi, üzerinde bile durulmadan unutuldu. Buna karşılık Mussolini kendisine karşı olan bu en önemli beyni, şaşmaz bir biçimde saptadı ve yok etti. Arthur Koestler Onüçüncü Kabile adlı kitabında bir Arap gezginin anlattıklarını yayımlıyor. Gezgine göre o dönemdeki Türk boyları kendi içlerinde sivrilen kişileri, “Bizden çok Tanrı’ya yaraşır” diye asarlarmış. Galiba sadece bize özgü değil, evrensel bir yaklaşım bu.

Vahşi bir kuşa benzeyen adam

Alman ZDF TV ekibi Girit’te “Aspekte” programı için izliyordu bizi. Agios Nikolaus, Annoya ve Hanya konserlerini çektiler. Maria’yla ve benimle konuşmalar yaptılar. Annoya, Girit’in tepesinde bir dağ kasabası. Orada Xsilouris Tiyatrosu’ndaki konser sırasında halkla da konuşmalar yapmış TV ekibi. 81 yaşında, yöresel giysiler içinde, saçı sakalı pamuk gibi, dimdik bir ihtiyarla şöyle bir konuşma geçmiş aralarında. “Bu akşam niye geldin buraya?” “Turko var diye.” “Çok mu seversin Türkleri?” “Hayır, ben çarpıştım onlarla. Birbirimizin ailelerini öldürdük.” “Peki niye geldin o zaman?” “İki sebepten. Birincisi Türkler çok güzel ‘amane’ söyler, İkincisi de...” Burada biraz duraklıyor ihtiyar ve karşısındaki gazeteciye soruyor: “Sen Alman mısın?” “Evet!” “Sen bunu anlayamazsın!” Bu konuşma sonradan Alman televizyonunda gösterildiğinde Almanları çok etkilemiş. Hiç alışık olmadıkları bir boyut. İhtiyar daha sonra konser bitince sahne arkasına geldi. Yırtıcı kuşlara benziyordu. Çılgınca heyecanlı ve kesik kesik konuşuyordu. Bir şey sordu bana. “Ne diyor?” dedim, çevirdiler. “Senin adın da Mustafa mı?” diye soruyormuş! O gece belediye başkanı, bir dağ lokantasında oğlak kebabı ikram etti bize. Ne var ki benim aklım bir şeye takılmıştı: O güne kadar verdiğimiz konserlerin bir bölümü yüzlerce yıl Türk egemenliğinde yaşamış bölgelerdeydi. Bazı konserler ise Türklerin hiç ayak basmadığı yerlerde olmuştu. Korfu Adası, Kithira Adası gibi... Türklerle çarpışmamış, Osmanlı egemenliğinde yaşamamışlardı ve benim ilk düşünceme göre bize daha dost, daha yakın davranmaları gerekirdi. Oysa tam tersi oluyordu. Böyle şehirlerde şarkılarım, Avrupa dinleyicisinde bıraktığı etkiyle, ilgili ve serinkanlı bir beğeniyle dinleniyordu. Oysa, Türklerle birlikte yaşamış insanlar konserlere coşkuyla, kendilerinden geçerek katılıyorlardı. Belki de kendi geçmişlerini arar gibi nostaljik bir heyecana kapılıyorlardı. Demek ki ilişkinin en kötüsü bile ilişkisizlikten daha iyiydi. Bundan hareketle şöyle bir kanıya varıyordum: “Ortalama Avrupalı, Türkiye’ye, ortalama Yunanlı’dan çok daha uzaktır.” Uzun bir tarih perspektifinde aynı kaderi paylaşıyor güney halkları, insani ilişkilerin ve birey zenginliklerinin önem taşıdığı dönemlerde büyük uygarlıklar kurmuşlar. Daha sonra insan ilişkilerinin sıfıra indiği, soyut emeğe dönüşmüş işgücü gerektiren sanayi döneminde güçlerini yitirmişler, üstünlüğü kuzeyli Protestanlara kaptırmışlar. Şimdi kuzeyin teknik üstünlüğü ve toplumsal örgütlenişini hayranlıkla izleyip ama yine de insani ilişkilerde, sofra adabında, dostlukta kendi geleneklerini sürdürerek yaşayıp gidiyorlar.