29 Mart 2024, Cuma
16.04.2021 06:00

Büyük kırılma: Gezi direnişi

Gezi direnişi, AKP ve Erdoğan’a karşı büyük bir toplumsal tepkinin bir anda patlayabileceğini gösterdi. AKP’nin 2002’den beri “vesayete karşı dışlanmış halk yığınlarının demokratik yürüyüşü” tezinden neşet eden moral üstünlüğünü bir anda altüst etti

Oksijen’de son 30 senede yaşadığımız dönüşüm üzerine yazdığım yazıları içinden geçtiğimiz tarihî dönemece anlam verme denemeleri olarak düşünmek yanlış olmaz sanırım. Bu yazılar şüphesiz titiz akademik araştırmalar ve ampirik bulgular üzerine kurgulanmıyor. Daha ziyade aslen başka bir dönemi ve bağlamı çalışan bir akademik tarihçinin yaşadığı dönem ve ülkesi hakkındaki daha çok gözleme dayalı kısa değerlendirmelerini kapsıyor.

Bu amaçla yakın Türkiye tarihini hatırlayıp yazdıkça “vay be” diyorum, bu kadar kısa süreye neler sığmış; ne kadar çok ve ne kadar büyük toplumsal gerilimler, kırılmalar, gelgitler, mana ve duygu kaymaları yaşanmış. 

Ama şunu da söylemem lazım: Bu yazı dahil, son birkaç yazıda olağanüstülüğün olağan hale geldiği 2007 sonrası dönemi bir çerçeveye oturtmaya çalışınca kendimi çok bitkin hissettim. Böyle bir fırtınadan hiçbir ülke toplumsal dokusunda derin yaralar açılmadan çıkamaz diye düşündüm. Türkiye toplumunun -bütün kesimleri ve nesilleriyle- son on yılda yaşadığı travma, toplumun bünyesinde ve ülkenin kurumsal yapısında ne kadar derin yaralar açmış olabilir; bu yaralar acaba iyileşebilir mi, nasıl iyileşir?

Bu soruları sormak bile insanı ne kadar yoruyor, öyle değil mi? 

Sonra o bildik ama cevaplanması çok güç diğer soru: Acaba son 20 yılda yaşadığımız fırtına ne kadar dünyanın Soğuk Savaş sonrası içinden geçtiği yapısal dönüşümle, ne kadar Türkiye’nin anlaşılması, incelenmesi (ve yüzleşilmesi) sanıldığından çok daha zor karmaşık tarihiyle ilgili? 

Bu sorular kafamda yeniden belirince “bu yazı dizisine ara mı versem”, “Oksijen okurlarıyla başka konuları mı paylaşsam” diye aklımdan geçti. Takdir edersiniz ki bir tarihçi “eskici bohçasından” birçok ilginç hikâye ve meseleyi çıkartabilir! Sonra biraz daha direnmeye ve Türkiye’nin son dönemeçteki hikâyesini değerlendirmeye bir süre daha devam etmeye karar verdim. E hadi o zaman…

Devlet içi mücadeleler

Gezi olaylarının arifesine kadar geldiğim geçen yazıyı şöyle bitirmişim: “Bu fırtına içinde ‘AKP’nin tarih tezi vesayete karşı dışlanmışların ve horlanmışların mücadelesini veren bir siyasî ve toplumsal hareket olma’ iddiasından ‘tarihin yüz yıllık hatasını düzeltme mücadelesi veren Türkiye’nin gerçek sahibi olma’ iddiasına doğru dönüşmektedir.” Evet, Nisan 2007 e-muhtırası ve Mayıs 2013 Gezi direnişi arasında, AKP ve müttefikleri devlet, siyaset ve kısmen örgütlü toplum içindeki muhalefeti referandumlar, seçimler ve kapsamlı bir yargı taarruzu sonucu alt etmişti. 

AKP ve Erdoğan’ın gücünün artmasına paralel olarak bu süreçte Gülencilerin AKP’nin yardımı ile yargı ve Silahlı Kuvvetler dahil güvenlik bürokrasisinde, ayrıca medya ve ekonominin birçok alanında etkilerinin hızlıca arttığını da ifade etmiştik. Evet, AKP Gülencilerle beraber kendine karşı muhalefeti pasifize etmeyi bilmişti ama bu devlet içindeki mücadelelerin bittiği anlamına gelmiyordu. Tam tersine, 2013’ten itibaren 15 Temmuz 2016 darbe girişimine kadar ayrıntılarını öğrenme imkânımız olmayan, devlet içinde çok daha derin bir iç mücadele yoğunlaşacaktı. Bu mücadelenin bir ayağı, bir noktada Gülenciler ve diğerleri arasında cereyan ederken, diğer ayağı ise Suriye iç savaşı ile iyiden iyiye kızışan ve küreselleşen Kürt meselesinde alınacak tutumla ilgili olacaktı.  

Burada ileride belki daha detaylı incelemek isteyeceğimiz şu parantezi açalım: 14’üncü yüzyılda Orta Asya’da yeşermiş Nakşibendîliğin, 17’nci yüzyıldan itibaren Hindistan’dan Osmanlı dünyasına genişleyen Müceddidîliğe evrilen, 19’uncu asırda Kürt bölgelerinde yaygınlık gösteren Hâlidîliği ve tabii Cumhuriyet döneminde Nurculuğu üreten dallı budaklı hikâyesi içinde bir yerlerde yer alan Gülencilik, Soğuk Savaş döneminin devlet ve CIA destekli antikomünist örgütlenmesinden akıp gelmiş ve son dönem Türkiye tarihinin anlaşılması ve anlatılması en zor meselelerinden biri halini almıştır. Bu konunun soğukkanlı ve nesnel bir şekilde çalışılması için Türkiye’de ortam henüz müsait olmamakla beraber, Gülenciliğin son dönem Türkiye tarihindeki hemen hemen her meselenin içinde bir yerlerde yer aldığını ve Gülenciliği incelemeden son dönem Türkiye tarihinin şifrelerini de doğru dürüst çözemeyeceğimizi buraya not edelim. 

Bre Yeniçeri yoldaşlar, bre kardeşler nire gidersiz! (Resim: Ali Yaycıoğlu) Bre Yeniçeri yoldaşlar, bre kardeşler nire gidersiz! (Resim: Ali Yaycıoğlu)

Arap Baharı 

2009’dan sonra Erdoğan ve ilk önce Dışişleri Bakanı ardından Başbakan olan Ahmet Davutoğlu yönetimde AKP’nin kapsamlı bir dış politika atağı yaptığına şahit oluruz. 2009 yılında “one minute” çıkışının ardından -her ne kadar sonra Erdoğan sahiplenmese de- Mavi Marmara vakası, AKP ve liderine Arap dünyasında büyük bir sempatinin doğmasına neden olacaktır. 2010’dan sonra Ortadoğu’yu sarsan Arap Baharı, Erdoğan-Davutoğlu ikilisi tarafından AKP Türkiye’sinin Ortadoğu’daki etkisini artırmak için bir şans olarak görülür. Arap Baharı sürecinde Erdoğan, Müslüman Kardeşler’in (ve Hamas’ın) hâmisi rolünü oynamaya karar verir (bu hâmilik hâlâ devam ediyor diyebiliriz). Arap Baharı, Erdoğan-Davutoğlu doktrinine göre Müslüman Kardeşleri iktidara taşıyacak, demokratik devrimler Ortadoğu’da Türkiye’nin liderliğinde yeni bir Ortadoğu düzenini ortaya çıkaracaktı.

Türkiye bir yandan İsrail’e karşı bir blok oluşturuyor, diğer yandan Suudi Arabistan ve İran’ın bölgede kurdukları ittifak ağlarına bir alternatif oluşturmaya çalışıyordu. Mısır’dan sonra Suriye’de olası bir demokratik devrim başlangıcının, Türkiye yöneticilerinin Şam Emevî Camii’nde cuma namazı kıldıkları an ile sembolize edilen Türkiye’nin Ortadoğu’daki bölgesel liderliğini çok farklı yerlere taşıyacağı söyleniyordu. Bu yıllar, dünya basınında Türkiye’nin “Yeni Osmanlıcı dış politika”sı başlıklarının ilk gözüktüğü yıllardır.   

2013 baharına gelindiğinde ise işler tersine dönmeye başlamıştı. Mısır’daki Başbakan Muhammed Mursi ve Müslüman Kardeşler’in antidemokratik anayasa reformu aleyhine patlayan sokak gösterileri, Tahrir ve Rabia meydanlarının ayrışmasına yol açacaktı. Yine bu zamanlarda Türkiye çoktan Suriye iç savaşının aktif bir parçası haline gelmişti. Suriye’de ilk şoku atıp toparlanmaya başlayan rejim kuvvetleri bir Türk uçağı düşürmüştü. Türkiye ise ABD desteği ile muhalif Suriye güçlerini eğiten ve donatan bir liderlik yapmaya koyulmuştu. Ama Emevî Camii artık Ankara’dan çok uzaktı. 

Bu esnada Türkiye ve Rusya arasındaki gerilimin arttığını da görmekteyiz. Yakında Rusya Kırım’ı ilhak edecek, Suriye rejiminin toparlanmasını sağlayacaktır. Rusya-Türkiye gerilimi, 2015 yılında Türk savaş uçaklarının bir Rus savaş uçağını düşürmesine (bir süre sonra özür dilemesine) kadar uzanacak, bu gibi dalgalanmalarla güç dengeleri bir anda değişecektir. Ama asıl her şeyi alt üst edecek gelişme Kuzey Suriye’de IŞİD’in kurulması, ardından IŞİD ve PYD arasındaki çatışmaların başlamasıdır. Bu çatışmalar Türkiye’deki barış sürecine ve sınırın iki yakasında binlerce insanın hayatına mâl olacaktır.

Gezi direnişi

Mısır’da Müslüman Kardeşler’e karşı Tahrir Meydanı’nda gösteriler devam ederken, 2013’ün Mayıs ve Haziran aylarında Türkiye tarihin en büyük toplumsal hareketlerinden birini tecrübe eder. Belediye ile Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, Taksim’deki Gezi Parkı’nda 1806’da yapılmış 1909’da 31 Mart olaylarında harabeye dönmüş, ardından stadyuma çevrilmiş ve 1940’ta İnönü Gezi Parkı yapılınca tamamen yıkılmış Topçu Kışlası’nı ihya etme projesi için ağaç kesmeye başlar. Bu ağaç kesimini durdurmak amacıyla Taksim Dayanışma Platformu önderliğinde farklı gruplar bir direniş başlatır. Bu direniş kısa sürede büyük bir kalabalığı Gezi Parkı’na çeker. Kısa sürede gece ve gündüz parkta kamp kuran direnişçiler Gezi Parkı’nı bir festival alanına dönüştürürler. 

Bu yıllarda New York’ta başlayan Occupy hareketi, dünyadaki birçok benzer toplumsal harekete ilham kaynağı olmuştur. Gezi de bu hareketlerden biridir şüphesiz. Ama daha önemlisi, iktidarın İstanbul üzerindeki tarihî ve doğal dokuyu altüst eden projelerine farklı kesimlerden tepkiler zaten bir süredir güçlü bir şekilde kendini göstermekteydi. Gezi’den bir süre önce Emek Sineması’nın yıkılmasına karşı etkili bir protesto olmuştu. Ama kimse Gezi direnişinin bir anda Türkiye’nin her köşesine sıçrayacağını ilk günlerde kestiremiyordu. 

Polisin Gezi Parkı’nda kamp kuran göstericilerin çadırlarını yakmasının ardından, kısa zamanda gösteriler başka şehirlere sıçradı ve kısa zamanda tüm Türkiye bir protesto alanına dönüştü. Erdoğan’ın Tunus gezisinden dönmesi, bir süre gözden kaybolması, ardından Gezi direnişi içinde yer alan bir grubu kabul etmesi, Cumhurbaşkanı Gül dahil AKP içinde farklı kesimlerin protestoculara sempati ile yaklaşmaları… Ama ardından Erdoğan’ın protestoları bastırmak için verdiği emirle olayların iyice büyümesi ve 11 yurttaşın hayatını kaybetmesiyle kanlı şekilde sonuçlanması…

Türkiye tarihinin en önemli toplumsal hareketlenmelerinden biri olan Gezi protestolarının ayrıntıları ve bu direnişe karşı iktidarın tavrı üzerine çok şey yazıldı ve yazılacak. Hatta Gezi’nin, Bizans ve Osmanlı İstanbulu’ndan günümüze, şehrin bütün ülkeyi etkileyen protestolar, direnişler ve isyanlar tarihinin en önemli epizotlarından biri oluğunu söyleyebilir ve Gezi’yi yüzyıllarla ölçülen geniş bir tarihi hikâyenin içinde görebiliriz. Ben Gezi direnişinin ayrıntılarına girmeden, bazı tespitler yaparak bu yazıyı sonlandırayım. 

Gezi direnişi AKP ve Erdoğan’a karşı büyük bir toplumsal tepkinin bir anda patlayabileceğini ortaya çıkardı. Bu tepki, yalnızca bir grubun tepkisi değildi. Özellikle 2007’den beri Türkiye’nin yaşadığı çalkantılı döneme ve AKP’nin Türkiye’nin sahibi olma iddiasına yönelik hoşnutsuzluklar farklı kesimleri bir anda birleştirmişti. İktidar, bu toplumsal tepkiye karşı kendini çok güvensiz ve güçsüz hissetti. Geçmişi canlandırma iddiasında olan bir inşaat projesi için anlamlı bir parkın ağaçlarını kesme girişimine karşı başlayıp ülkeye yayılan protestolar, aynı zamanda AKP’nin 2002’den beri “vesayete karşı dışlanmış halk yığınlarının demokratik yürüyüşü” tezinden neşet eden moral üstünlüğünü ve ince ince dokuduğu uluslararası imajını bir anda altüst etti. 

AKP ve Erdoğan ya bu tepkiyi bir şekilde kabul edip geri adım atacaktı ya da AKP’nin moral üstünlüğünün ve uluslararası imajının taşıyıcısı olan çevrelerle köprüleri atma pahasına sert bir şekilde bastıracaktı. Erdoğan büyük oranda ikinci yolu tercih etti. (Ama diğer yandan Topcu Kışlası’nı yapmaktan o an için vazgeçerek, belli bir geri adım atmış olduğunu da kaydedelim). Aynı zamanda Gezi direnişi ve ardından gelişen olaylar, Erdoğan’ın AKP’nin çok ötesinde bir liderlik kurduğunu, partinin özerk bir alanının kalmadığını da göstermekteydi. Erdoğan ve milyonlarca destekçisi Gezi’yi AKP’ye değil, direkt meşru liderin şahsına karşı, onu tasfiye hareketi olarak gördü. Bunun sonucu olarak Erdoğan geri dönülmez bir karar vermesi gerektiğini düşündü. Ne pahasına olursa olsun, ona bağlı kitlelerin ona haykırdığı gibi “dik duracak ve eğilmeyecekti.” 

Gezi’den birkaç ay sonra, Tahrir Meydanı’ndaki protestocuların göreve çağırdığı Mısır ordusu, Ağustos 2013’te Rabia Meydanı’nda toplanmış Mursi yandaşlarına ateş açıp yüzlerce Müslüman Kardeşler yanlısını öldürdü. Erdoğan katliamı gördüğü zaman, Gezi direnişini büyük bir maliyetle de olsa bastırma kararında ne kadar da haklı olduğunu düşündü. Bu katliam onu o kadar etkileyecekti ki Erdoğan’ın ve yeni AK Parti’nin sembolü ampul değil, dört parmağı havaya kalkan o el olacaktı. Aynı zamanda Rabia Katliamı, 2007’den beri AKP’nin tüm bünyesini haklı ya da haksız şekillendiren darbe “kaygısı”nı körükleyecek, onu Türkiye’nin içine girmiş bir hayalete dönüştürecekti.