11’den 16’ncı yüzyıla kadar İran (Diyar-ı Acem) ve Küçük Asya’yı (Diyar-ı Rum’u) birbirinden keskin sınırlarla ayırmak mümkün değildi. Aradaki kültürel etkileşim edebiyattan dini anlayışlara uzanan geniş bir yelpazede devam etti. 16’ncı yüzyılla başlayan Osmanlı ve Safavi İmparatorlukları arasındaki iki yüzyıllık çatışma, Anadolu ve İran ayrışmasına neden oldu. Ama bu sınırlar aslında hiçbir zaman iki tarafın iddia ettiği kadar keskin ve kesin olmadılar. Irak’tan Basra’ya bu geniş alandaki şehirler, hanlıklar, emirlikler, prenslikler, aşiretler ve tarikatlar, Osmanlıların ve Safavilerin ikili etki alanında kaldılar ya da bu iki imparatorluğu bir arada yaşayıp ikisini de idare ettiler
Ait olmadığınız ya da uzun zaman geçirmediğiniz bir ülkeye büyük bir ilgi duymaya başladıktan sonra o ülke üzerine okuyup kafa yormak sizi sadece bir yere kadar tatmin edebilir. İtiraf etmeliyim ki İran üzerine okumalarım her zaman büyük tatminsizlik içermiştir. Muhtemelen, hiçbir zaman İran’ı hakkıyla öğrenemeyeceğim. Ne kadar İran tarihi okusam; ne kadar İran’da bir şehirden diğerine kaybolurcasına gezsem; ne kadar Asghar Farhadi ya da Tahmineh Milani filmleri seyretsem; ne kadar Sadi ya da Hafız’dan dizeler ezberlesem ve hatta Patricia uykuya daldıktan sonra sessizce ne kadar Farsçamı ilerletmeye çalışsam da muhtemelen tren çoktan kaçtı. Yine de tadına 40’lı yaşlarımın başında vardığım İran’ı öğrenme yolculuğum umarım daha uzun yıllar devam eder. Tabii ki Türkiye dışında, sadece İran’la ilgileniyor değilim. Başta Yunanistan ve Balkanlar olmak üzere geniş Osmanlı coğrafyası benim için hep ana ilgi odağıydı. Herhalde Türkiye’den çıkmış bir Osmanlı tarihçisinin yapması gereken en önemli şeylerden biri, yakaladığı ilk fırsatta kendini Türkiye’den dışarı atmak ve Balkanlar’da, Kırım’da ve Arap coğrafyasında gezmek, mümkünse oralarda uzun zaman geçirmek olsa gerek. Ben de Osmanlı tarihçisi olmaya karar verip bu işe sarılmaya başladığım 1990’lı yılların ikinci yarısından itibaren, Balkanları ve Arap Dünyasını alt üst eden savaşların müsaade ettiği oranda, geniş Osmanlı coğrafyasında dolandım durdum. Gittiğim yerlerde arşivlere takıldım, dostlar edindim. Osmanlı İmparatorluğu’nun Türkçe’den sonra yaygın olan iki dili Arapça ve Yunanca’nın yanında doğru dürüst öğrenemesem de bir süre Balkan dilleriyle haşır neşir oldum. Oksijen’de ileriki yazılarda zaman geçirdiğim bu coğrafyalar üzerine yazmak istiyorum.
İç içe geçmiş tarihler
Ama İran hep farklı bir yerdeydi. Onun her ne kadar doğduğum büyüdüğüm Türkiye ve gezip durduğum Balkan ve Arap coğrafyasıyla birçok benzerliği olsa da İran Osmanlı değildi. Hatta Osmanlı kültür coğrafyasının kimi unsurları ile bir zıtlık içindeydi. Tam da bu nedenden dolayı İran’dan Osmanlı dünyasına bakmanın, İran üzerinden Osmanlı - ve imparatorluk sonrası Türkiye, Balkanlar ve Arap ülkeleri - tarihini düşünmenin zevkine birazcık da olsun varınca İran tadına doyulmaz bir dünya oldu benim için. Yine de şu notu düşmek isterim; ülke tarihleri, mesela İran ya da Türkiye tarihi, aslında biraz da o coğrafyaların tek tarih anlatısına sığmayan karmaşık hikâyelerini gizler. Ülke tarihleri çoğu zaman sanki hep var olan ve üzerinde yaşayan insanları şekillendiren hatta var eden coğrafyaların anlatılarıdır. O yüzden, bir ülke ile ilgilenmenin ve onu sevmenin ilk şartı belki de o ülkenin “tarihi” anlatısını sorgulamaktan geçer. Madem öyle biraz tarih sohbetine ne dersiniz? Geçen yazıda ifade ettiğim gibi, 11’inci yüzyıldan 16’ncı yüzyıla kadar İran (Diyar-ı Acem) ve Küçük Asya’yı (Diyar-ı Rum’u) birbirinden keskin sınırlarla ayırmak mümkün değildi. Bu iki coğrafyanın orta çağları üzerine biraz okuyanların Horasan’dan Balkanlar’a uzayan bir kültürel koridorun varlığını -aslında bu koridoru kuzey Hindistan’a kadar genişletmek yanlış olmayabilir- takdir etmeleri zor olmaz. Bu geniş coğrafyada Farsça ve Türkçe’nin nasıl da bir arada ve birbirini etkileyerek siyasal ve kültürel dünyayı şekillendirdiğini gözlemleme zevki sadece edebiyat tarihçilerine mahsus olmasa gerek. Selçuklu, İlhanlı ve Timur İmparatorlukları, İran ve Anadolu’nun bu siyasal birliğini de bir noktaya kadar gerçekleştirdiler. Ama Diyar-ı Acem ve Diyar-ı Rum’un birbirine dolanmış tarihleri şüphesiz imparatorlukların siyasal birlik iddiasına indirgenemeyecek kadar zengin ve karmaşıktır. Anadolu ve İran arasında yüzyıllarca bitmek tükenmek bilmeyen nüfus hareketleri beraberinde baş döndürücü bir kültürel etkileşim alanı yaratmıştı. Bu kültürel etkileşim edebiyattan görsel sanatlara ve mimariye, siyasal kurumlardan doğa felsefesine, dini anlayışlardan kozmolojiye uzanan geniş bir yelpazede uzun yıllar devam etti.
Osmanlı ve Safavi rekabeti
16’ncı yüzyılla başlayan Osmanlı ve Safavi İmparatorlukları arasındaki iki yüzyıllık çatışma ise Anadolu ve İran ayrışmasına ve sınırların çizilmesine neden olacaktır. 16’ncı asırdan sonra bu iki coğrafyanın kültürel kimliği bir yönü ile birbirine zıt şekilde gelişti. Ama bu sınırlar aslında hiçbir zaman Osmanlıların veya Safavilerin iddia ettiği kadar keskin ve kesin olmadılar. Kafkasya’dan Kürdistan’a, Irak’tan Basra’ya bu geniş sınır alanındaki şehirler, hanlıklar, emirlikler, prenslikler, aşiretler ve tarikatlar, Osmanlıların ve Safavilerin ikili etki alanında kalmaya ya da bu iki imparatorluğu bir arada yaşayıp ikisini de idare etmeye devam ettiler. Buna rağmen Osmanlı-Safavi rekabeti ile beraber İran ve Anadolu’nun ortak tarihinin iki farklı dala ayrıştığını iddia edebiliriz sanırım. Bu ayrışmadaki en büyük etken, Osmanlı ve Safavi imparatorlukları arasındaki çatışma ile iç içe geçen Sünnilik ve Şiilik arasındaki rekabetti. Aslında 12’nci yüzyıldan 16’ncı yüzyıla kadar İran’dan Anadolu’ya bu geniş coğrafya, Sünnilik ve Şiiliğin çerçevesine sığmayan birçok tasavvufi harekete tanıklık etmiş, ahâlilerin kutsiyet atfettiği dini liderlerin etrafında şekillenen farklı tarikat ağları ile örülmüştü. Bu tasavvuf hareketleri, siyasal ve askeri gücü elinde bulunduran ve çoğu Türkçe konuşan elitlerle ortaklıklar kurmuşlardı. İşin doğrusu Osmanlı ve Safavi devletleri, aşağı yukarı 150 yıl arayla da olsa, işte bu gazilerle sufilerin, siyasi/askeri ve ruhani karizmaların ortaklıklarının sonucudur. İran’da Safavi Devleti’nin ortaya çıktığı 1500’lü yılların başında, Osmanlı Devleti çoktan Balkanlar ve Batı Anadolu’da serpilmiş; Timur’un Anadolu’yu kurmak istediği büyük Avrasya İmparatorluğu’na ilhak etme girişimini atlatmış; Konstantinopolis’i fethetmiş ve Doğu Roma’nın mirasına yerleşmiş ve dahası Cengiz Han’ın mirasçıları Kırım Geray’larını kendine bağlamış ve Anadolu’nun karmaşık coğrafyası üzerine de hakimiyet kurmaya başlamıştı.
Şah İsmail ve Yavuz
Osmanlı Devleti’nin doğuya doğru yöneldiği 1500’lü yılların hemen başında, Safavi Devleti, Akkoyunlu Türkmen Konfederasyonu’nun mirası üzerine Şah İsmail’in ruhani ve siyasi karizması etrafında toplanan ve askeri gücü elinde tutan Kızılbaş-Türkmen aşiretlerinin desteği ile kurulmuştu. Bu aynı zamanda İran’ın yaygın olarak Şiileşme sürecinin de başlamasını tetikleyecektir. İran’ın Şiileşmesi başlı başına çok ilginç ve hızlı ama karmaşık bir toplumsal dönüşümdür. Şii ahalilerin azınlıkta olduğu İran coğrafyasının bu kadar kısa süre içinde topluca Şiileşmesi adeta bir “mucizedir”. Abbas Amanat’ın deyimi ile bu “Safavi devrimi”ni, toplumsal beklentinin ötesinde, Şah İsmail’in farklı etnik gruplardan binlerce kişiyi kısa süre içinde etrafına toplayan mesiyanik karizması ile ilişkilendirmek hiç de kolaycılık olmaz. Bu arada İsmail’in dini karizmasını Osmanlı topraklarına taşıyan temsilcileri Anadolu’da etkili olurlar ve bunun sonucu Osmanlı Devleti’nin Anadolu’da yeni yeni oluşturmaya başladığı otoriteye karşı, Toroslar’ın eteklerine yayılmış Türkmen boylarında Şahkulu İsyanı patlar. Yavuz tam da bu bağlamda Şah İsmail’e karşı bir savaşı akılcı bulmayan babası II. Bayezid’e karşı ayaklanır, Osmanlı hanedanı ve devlet elitleri arasındaki iç rekabetten destekçileriyle galip çıkar. Selim’in 1512’de tahta çıkışından 1514 Ağustos’unda Şah İsmail’le karşılaştığı Çaldıran Savaşı’na kadarki dönemde, Anadolu’da Şah İsmail yanlısı ve “Rafızi” olduğu gerekçesiyle binlerce insanı katletmesinin etkileri günümüze kadar akıp gelen Türkiye tarihinin en kanlı olaylarından biridir. Safavi devletinin kurucusu Şah İsmail’in dini karizması iyi bilinir. Şah İsmail’in babası Erdebilli Şeyh Safi soyundan gelen Şeyh Haydar’dır. Ve buradan Safaviler kendilerini 7’nci İmam Musa el-Kazım’a, oradan Hz. Ali’ye bağlarlar. Tabi Şah İsmail’in mesiyanik unsurlarla süslü ruhanilik iddiası bu kutsal soy kütüğünün ötesinde ona güç vermiştir. Pek üzerinde durulmayan boyut ise Şah İsmail’in dini karizmasının yanında “İmparatorluk” karizmasıdır. Şah İsmail’in annesi Halime Begüm, diğer adıyla Martha’dır. Begüm/Martha, Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan ve Doğu Roma İmparatorları soyundan gelen Theodora Komnena’nın kızıdır. Theodora ise Trabzon Rum İmparatoru IV. Ioannis Komnenos’un kızıdır. Diğer bir deyişle Şah İsmail sadece İslam Peygamberi’nin ve onun torunlarının soyundan gelme iddiasında değildir. O aynı zamanda dedesi Uzun Hasan aracılığı ile Oğuz-Türkmen ve annesi Halime Begüm aracılığı ile Doğu Roma İmparatorluk geleneğini siyasi karizmasında birleştirir. Şah İsmail tam da Anadolu ve İran’ın birbirine dolanmış tarihinin ürettiği bir liderdir.
Yeni iki imparatorluk
1514 Çaldıran Muharebesi ile Yavuz, İsmail’i mağlup eder ve İran’da Akkoyunlu idaresinde yetişmiş İdris-i Bidlisi’nin girişimleri sonucu Kürt Emirlikleri ile onların bölgesel otonomilerini tanıyan anlaşmalar yapar. Bunu müteakip, güneye iner ve İslam tarihinin en ilginç siyasi yapılarından biri olan Memluk Sultanlığı’na son verir ve üç kutsal şehri; Kudüs’ü, Mekke ve Medine’yi ve tabi Mısır’ı Osmanlı imparatorluğuna katar. Belki de böylece Hint Okyanusu’nda etkilerini gösteren Portekizlilerin Arap yarımadasına çıkıp Hicaz’ı işgal etmelerine mâni olunur. Mısır’dan İstanbul’a getirdiği son Abbasi halifesi olduğu iddia edilen III.Mütevekkil’den Ayasofya’da bir törenle Halifelik unvanını aldığı muhtemelen çok daha sonra kurgulanmış bir söylencedir. Ama Çaldıran ile başlayıp Mısır’ın ilhakı ile sonuçlanan beş sene içinde Osmanlı Devleti bir Balkan-Anadolu birliği olmaktan çıkar: Arap dünyası ve İslam’ın kutsal şehirlerini içine alan, hükmettiği coğrafyadaki nüfusunun çoğunluğunu Sünni Müslümanların oluşturduğu bir Afro-Avrasya imparatorluğu haline gelir. Bu aynı zamanda Osmanlı siyasi düşüncesini ve imparatorluğun kendine atfettiği tarihsel ve dini rolün de değişmesine neden olacaktır. Aslında 100 yıl farkla da olsa, Osmanlı ve Safavi imparatorluklarının dönüşümü arasında ilginç benzerlikler göze çarpar. İki imparatorlukta da ilk dönemler öne çıkan Gazi-Türkmen geleneği yavaş yavaş merkezi idareden tasfiye edilir, bunun yerine hanedanların etrafında örgütlenen ve çoğu sonradan Müslümanlaştırılmış kullardan oluşan yeni askeri ve bürokratik seçkinler öne çıkar. Aynı şekilde bu devletlerin kuruluşunda etkin rol oynamış olan mutasavvıflar etkin konumlarını bürokratikleşmeye başlayan Osmanlı’da Sünni, İran’da Şii ulema’ya bırakırlar. Yine de her iki dünyada da ne merkezileşen devletle ters düşen aşiretler ve diğer yerel güçler, ne de geniş bir ruhani ve sosyal yelpazede faaliyet gösteren tarikatlar ortadan kalkar. Tam tersine, 17’nci yüzyıldan itibaren bir çok yeni aktörle beraber, aşiretler, yerel hanedanlar ve tarikatlar iki imparatorluğun kaderinde yeniden rol sahibi olmaya başlarlar.
Küresel rekabetin parçası
16’ncı yüzyıl ortalarından sonra Safavi İran ve Osmanlı İmparatorluğu arasındaki ilişkiler, evet bir yönüyle İran ve Anadolu’nun, aynı zamanda Kafkasya, Kürdistan ve Irak’ın ortak hikayesidir; ama aynı zamanda küresel jeopolitiğin de bir parçasıdır. Akdeniz ve Avrupa’daki Osmanlı-Habsburg rekabeti farklı küresel ittifaklar doğurur. Habsburglar, Osmanlı Devleti’nin rakibi Safavi İran’la; Osmanlılar, Habsburgların rakibi Fransa Krallığı ve Orta Avrupa Protestanlarıyla ve İran’ın diğer rakibi Özbek Hanlığı ile ittifaklar kurar. Büyük jeopolitik değişimler beraberinde yeni dini ve kozmolojik arayışlara kapı aralar. Bu dönemde İran’dan İberya’ya yayılmaya başlayan zamanın sonu geldiğine dair apokaliptik heyecanlar, Şah İsmail’in açtığı kapıdan, Kanunî Sultan Süleyman’ın mesiyanik iddiaları ile renklenir. Ama tabi devletler hüküm sürdükleri topraklarda tam anlamıyla ne siyasi ne dini-ideolojik ne de mali-idari kontrolü tesis edebildiler. Osmanlı dünyasındaki Sünnileştirme girişimlerine rağmen Şiilik ve Safavilik yanlısı temayüller yok olmaz. Benzer şekilde, Safavi rejiminin Şiileştirme girişimlerine rağmen erimeyen Sünni ahâliler İran’dan Osmanlıları izlemeye alır ve ayaklanacakları anı beklerler. Aynen İspanya’da Müslümanken katolikleştirilmiş- ama bir kısmı gizlice Müslüman inançlarını koruyan - Moriskoların Osmanlıları uzaklardan takip etmesi ve bir gün onların Roma’yı arkasından İspanya’yı, hatta Amerika’yı fethedeceği hayalini kurması gibi.
İsfahan ve İstanbul
Bu hafta İsfahan hakkında yazacaktım. Ama gördüğünüz gibi olmadı. Hızımı alamadım ve 16’ncı asırdaki Osmanlı-Safavi rekabetine daldım. Tabii bu yazdıklarım çok büyük ve karmaşık bir tarihin kaba ve çok sınırlı bir özetinden ibaret. İsfahan’ı artık haftaya yazacağım. İsfahan neden çok önemli? Evet, nasıl Osmanlı İmparatorluğu’nu anlamak için ilk önce İstanbul’a çalışmak gerekiyorsa, herhalde Safavi İran’ını anlamak için ilk önce İsfahan’ı ve onun Safavi devletinin merkezine dönüşme hikayesini anlamak gerekiyor. Lakin İsfahan’ı anlatırken Kaşan, Şiraz, Yazd, Tebriz’e ve tabi Meşhed’e de değinmemek olmaz. Tahran ise o dönemde, Moğolların yakıp yıktığı Rey şehri yerine kurulan küçük bir kasabadan ibarettir.