Suriye Cumhurbaşkanı Ahmed Şara, ülke içindeki katliamlar ve hak ihlalleri karşısında otorite tesis etmekte zorlanıyor. Ayrıca aşırılıklara göz yumduğu yönündeki şüpheler de giderek artıyor. Şara Suriye’yi “çoğunlukçu” değil, “çoğulcu” bir anlayışla yönetmek istiyorsa, çevresine hakim olmalı ve kendisi de zihniyet anlamında özlü bir evrimden geçmeli…
Geçen ay Suriye’yi meşgul eden ve içinde bulunduğumuz aya da yayılan başlıca krizlerden biri, ülkenin güneyindeki Süveyda vilayetinde Dürziler ile Bedevi aşiret mensupları arasında meydana gelen ve İsrail’in de dışarıdan dahil olduğu bölgesel iç savaştı.
Olayların kısa zamanda kontrolden çıkması üzerine hükümet güçlerinin araya girmesinden sonraki aşamada gerçekleşen katliamlar ve hak ihlalleri uluslararası camiada kaşların kalkmasına yol açan boyutlar kazanmış bulunuyor.
Tepkiler, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin geçen pazar günü oy birliğiyle bir açıklama yaparak Süveyda’da sivillere yönelik şiddeti “kuvvetle kınaması”, sivil halkın korunması talebinde bulunmasına kadar uzanmıştır. Aynı açıklamada, ortaya çıkan ihlallerin uluslararası standartlarda güvenilir ve şeffaf bir şekilde soruşturulması çağrısına da yer verilmiştir.
Süveyda Hastanesi’nde yaşanan olaylar
Burada dikkat çekici olan, temmuz ayında başlangıçta Dürziler ile Bedeviler arasında “karşılıklılık” içinde patlak veren hadiselerin bölgeye sevk edilen hükümet güçlerinin duruma el koymasıyla birlikte, önemli ölçüde Dürzileri hedef alan bir görüntü kazandığı yolundaki görüşlerdir. Şam’daki resmi otoriteyi temsil eden görevlilerin bir kısmının ciddi ölçülerde çizgi dışına çıktıklarına dair görsel deliller ve tanıklıklar bu yöndeki eleştirileri destekliyor.
Özellikle 16 Temmuz tarihinde Süveyda Hastanesi’nde sağlık personeline silahlı, üniformalı resmi görevliler tarafından yapılan sert muamele ve buradaki bir sağlık görevlisinin hem tüfek hem de tabancayla vurularak öldürüldüğünü gösteren dehşet verici görüntüler, sosyal medya üzerinden bütün dünyaya yayılarak izleyenlerin zihinlerine yerleşmiştir.
Suriye İçişleri Bakanlığı bir açıklamayla hadiseyi “en sert ifadelerle” kınamış, olayın aydınlatılması için ivedilikle soruşturma açıldığını ve sorumluların adalet önüne çıkartılacağını duyurmuştur.
Aslında Süveyda’da karşımıza çıkan bu görüntülerin benzerleri geçen mart ayında ülkenin batı kıyısında da yaşanmıştı. Bu kez hedefte Nusayriler, yani Arap Alevileri vardı.
İsyan bastırıldıktan sonra yapılan yargısız infazlar
Burada altı çizilmesi gereken bir noktaya değinelim. Süveyda’da yaşanan çatışmalar, tam o zaman kesitinde Suriye Cumhurbaşkanı Ahmed Şara’ya geçen 6-8 Mart tarihleri arasında ülkenin kuzeybatısındaki sahil şeridinde meydana gelen olaylar hakkında sunulan raporun yeterince fark edilmesini de önledi.
Mart ayındaki olayları kısaca hatırlayalım. Çatışmalar ilk aşamada Esad rejiminden kalan ve sahildeki Lazkiye-Tartus hattına çekilen silahlı grupların, bu bölgedeki hükümet güçlerine saldırarak bir kalkışma hareketine girişmeleriyle tetiklenmişti.
Ahmed Şara, bunun üzerine bölgeye farklı birimlerden oluşan muhtelif hükümet güçlerini göndermişti. Ayrıca, ülkenin başka bölgelerinden silahı kapıp gelen denetimsiz bazı gruplar ve şahıslar da hükümet unsurlarının yanında sahaya çıkmışlardı.
Katliam hadiseleri, daha çok, olayların hükümet güçleri tarafından bastırılmasından sonraki aşamada Nusayri köylerine düzenlenen baskınlar sırasında ortaya çıktı. Salt Alevi oldukları için hedef alınan, katledilen, aralarında kadınların da bulunduğu yüzlerce sivilin ölümü söz konusuydu. Bu arada son derece rahatsız edici, aşağılayıcı muamelelere de maruz kalmışlardı.
BM Güvenlik Konseyi Suriye’deki alevilerden ilk kez söz etti
Bu hadiseler uluslararası alanda geniş tepkilere yol açmıştır. En başta Batı dünyasının ABD merkezli İnsan Hakları İzleme Örgütü (Human Rights Watch) ve Uluslararası Af Örgütü başta olmak üzere önde gelen bütün insan hakları kuruluşları yaptıkları açıklamalarla Şara yönetimini sert bir dille eleştirerek, sorumluların tespit edilip cezalandırılmasını talep etmiştir.
En önemlisi, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 14 Mart tarihinde bir açıklama yaparak, Lazkiye ve Tartus bölgelerinde “özellikle Alevi toplumunu (Alawite Community) hedef alan sivillere yönelik kitlesel katliamları” kınamış olmasıdır.
Böylelikle, hadiselerin ikinci aşamadaki niteliğini, bu çerçevede özellikle Alevilerin katledildiğini açık bir şekilde tarif etmiş oluyor Güvenlik Konseyi.
Burada iki noktayı vurgulamak istiyoruz.
Bunlardan birincisi, Güvenlik Konseyi’nden kritik uluslararası krizlerde, meselelerde çıkacak kararların her seferinde ABD ya da Rusya gibi daimi üyelerin vetosuna takıldığını hatırlamamızı gerekli kılıyor. Bu açıdan bakıldığında, Lazkiye’deki olayların teşhisi ve alınacak tavır konusunda özellikle ABD, Rusya ve Çin Halk Cumhuriyeti gibi daimi üyelerin bu kez ittifak edebilmiş olmaları her bakımdan kayda değer bir durumdur.
Bir bu kadar önemlisi, ilk kez bir BM Güvenlik Konseyi metninde uluslararası bir konsensüsle Suriye’deki Alevilerin (Nusayri) varlığından söz edilmiş olmasıdır.
Avrupa Birliği’nin yaptırıma aldığı gruplar
Kritik bir nokta daha var. Avrupa Birliği bu olaylar karşısında kuvvetli bir tavır sergilemiştir. AB’nin hükümetler kanadı olan Konsey, 28 Mayıs tarihinde bazı silahlı grupları ve aynı zamanda liderlerini yaptırım listesine almıştır. Gerekçede, sivillere karşı başvurulan şiddetin “mezhepsel bir içerik taşıdığı” belirtilmiş, yargısız infazlar ve işkence olaylarından bu gruplar sorumlu tutulmuştur.
Bunlar arasında daha önce Türkiye’nin Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) bünyesinde desteklediği ve geçen kasım ayında Esad rejiminin devrilmesinden bir süre sonra yeni Suriye ordusuna entegre oldukları açıklanan Süleyman Şah Tugayı ve Hamza Tümeni ile bu grupların komutanları Muhammed Hüseyin El Casim ve Seyfi Bulad (Polat) Ebu Bekir de bulunuyor. Ayrıca Sultan Murad Tümeni de yaptırıma alınan gruplar arasındadır.
Raporun ana tespitleri tartışma yarattı
Lazkiye olaylarının yankıları uzun zamandır süregelmektedir. Reuters Ajansı’nın Pulitzer ödüllü muhabiri Maggie Michael’ın uzun bir araştırmadan sonra hazırladığı ve 30 Haziran’da yayımlanan kapsamlı haber dosyası, yaşanan katliamları ve hak ihlallerini tanıklıklar ve dijital kayıtlar üzerinden belgeleyen örnek bir gazetecilik çalışması olarak bir hayli ses getirmiştir.
Özetle, bu hadiselerin pek çok yönü uluslararası kamuoyu açısından belgelenmiş bulunuyor. Bu nedenle bütün gözler, Şara’nın görevlendirdiği özel komisyonun hazırlamakta olduğu raporunda ne diyeceğine, daha doğrusu sahada yaşananların ne kadarını aktaracağı sorusuna çevrilmişti.
Komisyonun yargıç olan başkanı Cuma El Anzi 4 aylık çalışmanın ardından, raporunu 10 Temmuz tarihinde Cumhurbaşkanı Şara’ya sundu. Daha sonra 22 Temmuz tarihinde Şam’da düzenlenen bir basın toplantısıyla rapor metni açıklanmamakla birlikte içeriğindeki temel tespitlerle ilgili genel bir bilgilendirme yapıldı. Ve büyük bir gürültü koptu.
Bir tarafta insan hakları kuruluşları, belgelenen yaygın ihlaller karşısında paylaşılan tespitleri yetersiz buldular ve tam metnin açıklanmasını talep ettiler.
Buna karşılık, meseleye olumlu tarafından da bakmak isteyenler açısından her şeye rağmen ihlallerin kabullenilmesi, kayda geçirilmesi hesap verilebilirlik açısından yine de azımsanmaması gereken bir adımdı.
Hükümet güçleri tarafında 298 şüpheli tespit edildi
Komisyon raporu, öncelikle hadiselerin başlangıçtaki sorumluluğunu Esad rejiminin “artıkları”na atfediyor. Buna göre, hadiseler bu unsurların birçok şehri, kasabayı ve otoyolları ele geçirip kontrol altına almaları, buralardaki hükümet binalarını kuşatmaları üzerine patlak vermiştir.
Metindeki aktarıma göre, bunun üzerine 200 binin üzerinde hükümet yanlısı savaşçı cepheye hareket etmiştir. Bunlar arasında hükümetin emrindeki birlikler, yerel milisler ve denetimsiz gönüllü gruplar yer alıyordu.
Raporun kayda değer bir saptaması, sivil kayıpların önemli bir bölümünün sıcak çatışmaların bitmesinden sonra meydana geldiğini teyit etmiş olmasıdır. Yapılan açıklamaya göre bütün olaylar zarfında çoğu sivil olmak üzere toplam 1.426 kişi hayatını kaybetmiştir. Bunlardan 90’ı kadındır. Olayların ilk aşamasında hükümet güçlerinden ölenlerin sayısı 238’dir.
Rapor, eski rejimi temsil eden Esad cephesi aktörlerinden toplam 265 kişiyi savaş suçu işlemek ve insan hakları ihlaline yol açmakla suçluyor. Buna karşılık, isyanı bastırmak üzere devreye giren hükümet yanlısı güçler arasından da 298 şahsı suçluyor. Devlet cephesini temsil eden bu şahıslara “yargısız infaz”, “silahlı soygun”, “yağmalama”, “mala zarar verme” ve “işkence” suçlamaları yöneltiliyor.
Bu suçlamalar dijital delillere ve tanık ifadelerine dayandırılmıştır. İhlallerin yaygın olduğu kabul edilmekle birlikte, bunların sistematik bir şekilde organize edilmediği, komutanların bu ihlallerin işlenmesine dönük emir verdiklerine dair bir delile ulaşılamadığı da belirtiliyor. Buna göre, bazı birlikler profesyonelce hareket ederken, bazı gruplar ise disiplin dışına çıkarak intikam, mezhepsel nefret ve suç işleme kastı gibi saiklerle davranmıştır.
En kritik yönlerinden biri, raporun Suriye hükümetinin bu ihlalleri doğrudan yönlendirmediğini belirtmesidir. Ancak “hükümetin kontrolünün kısmi kaldığı” vurgulanarak, devlet kurumlarının olaylar süresince bu katliamları önlemek, disiplin dışı hareket eden savaşçıları dizginlemek anlamında yetersiz kaldığı da kabulleniliyor.
Tabii, hükümetin bu ihlallerde bir sorumluluğunun olmadığı bir an için varsayılsa bile, belirtilen tespitler kendi başlarına Suriye’de bugün ciddi bir otorite zafiyetinin yaşanmakta olduğu gerçeğini teslim etmektedir.
Özellikle insan hakları kuruluşları cephesinde raporun yetersiz kaldığı noktasında kuvvetli eleştiriler yöneltilmiştir. En baştaki eleştiri, hükümetin sorumluluğunun boşlukta bırakıldığı görüşüdür.
‘Mezhepsel nefret söylemi son bulmalı’
Raporda yapılan tavsiyeler de yerinde görünüyor. “Syrian Observer” adlı haber sitesinin yazdığına göre, aynı toplantıda raporda yer alan bir dizi tavsiye de paylaşılmıştır basınla. Bunlar arasında askeri üniforma yönetmeliğinin sıkı bir şekilde uygulanması, kamuda işten çıkarmaların ve yasadışı atamaların da gözden geçirilmesi talepleri yer alıyor.
“Suriye yasalarının, özellikle zorlama sonucu kaybolan kişiler ve insan haklarının korunması konusunda uluslararası sözleşmelerle uyumlu hale getirilmesi, mezhep temelli kışkırtmaları ve nefret söylemini önleyecek tedbirler alınması” da öneriler arasındadır.
Bu önlemler listesi Suriye’nin katetmesi gereken mesafe ve atılması gereken adımlar için bir yol haritası niteliği taşıyor.
Meselenin düşündürücü tarafı, mart ayındaki bu olaylarda sergilenen davranış kalıplarının geçen ay temmuz ayında Süveyda’da da yaşanan hadiselerde belli ölçülerde tekrarlanmış olmasıdır.
İlginçtir ki, Süveyda’daki bu hadiseleri izleyen kritik bir gelişme, bu hafta başında Amman’da ABD, Suriye ve Ürdün arasında varılan üçlü mutabakatta, yürütülecek soruşturmaya BM unsurlarının da dahil edilmesinin kararlaştırılmasıdır.
Üniforma giydirmekle düzenli ordu kurulmuyor
Buraya kadar aktardıklarımızdan ne gibi çıkarımlar yapabiliriz?
Birinci okuma, Cumhurbaşkanı Ahmed Şara’nın altındaki güvenlik örgütlerine hakim olmakta, otoritesini tesis etmekte zorlandığıdır. Burada İdlib’den getirdiği, kendisine sadık birliklerde göreceli olarak daha disiplinli bir yapı gözlenmekle birlikte, orduya sonradan dahil edilen silahlı muhalif grupların bu açıdan hafife alınmayacak zafiyetler sergilediği genel kabul gören bir görüştür.
Her halükarda Suriye ordusu ve genel güvenlik organizasyonda ciddi boyutlarda disiplin ve emir komuta sorunlarının olduğu aşikardır. Eli silahlı cihatçı muhalif grupları orduya dahil etmek, üniforma giydirmek; onların disiplinli, düzenli ordu unsurları haline geldiği anlamını taşımıyor. Bu açıdan katedilmesi gereken çok uzun bir mesafe var. Zapt edilemeyen bir ordu, Suriye’de istikrar arayışlarının geleceği açısından iyi bir haber değildir.
Bu arada altındaki yapıyı kontrol etmekte zorlanıyor olsa da, Lazkiye, Süveyda gibi krizler tekrarlandıkça, Şara’nın bu gibi aşırılıklara göz yumduğu yolundaki soru işaretlerinin, tereddütlerin artması, samimiyetinin sorgulanması kaçınılmaz hale gelebilecektir. Bu nedenle ciddi bir inandırıcılık sorunu belirebilir kendisi açısından.
Sonuçta güvenlik güçlerinin sahada sergiledikleri aşırılıklar, Ahmed Şara’nın Suriye’nin bütününe dönük kapsayıcılık ve çoğulculuk söylemini gölgelemeye başlamıştır.
Ayrıca, Şara’nın ülke yönetimini kontrolü altına aldığı görüşü genel kabul görürken, mart ayındaki Lazkiye ve ardından gelen Süveyda olaylarıyla birlikte kendisinin iktidarına dönük güç algısı da zedelenmiştir.
İstikrar sağlamak için kapsayıcı olmak zorunda
Burada yaşanan sorunun yol açtığı bir başka güçlük daha var. Kendisi otoriteyi sağlamakta zorlandığı sürece, PKK’nın Suriye’deki uzantısı olan YPG/SDG ile yürüttüğü müzakerelerde de eli zayıflayacaktır.
Bu durumun başta İsrail olmak üzere, Suriye’nin ayakları üzerinde doğrulmasını önlemek, bu ülkeyi istikrarsızlığa itmek isteyen aktörlerin eline büyük bir koz vererek, geniş bir istismar alanı açacağını belirtmeye gerek yoktur.
Batı dünyası ve Körfez ülkeleri tarafından bu aşamada alternatifsiz görülen Ahmed Şara’nın ülkesine istikrar kazandırabilmesinin yolu, öncelikle ülkedeki bütün kesimlerin varlığını kabullenen, “çoğunlukçu” bir yönetim tarzından kaçınan “çoğulcu” bir çizgiyi yerleştirmesinden geçiyor. Bunun için de önce çevresine ve güvenlik örgütlerine hakim olması ve ayrıca kendisinin de zihniyet anlamında özlü bir evrimden geçmesi şart görünüyor.
Şara’nın, kendisinin alternatifsizliği algısına dayanarak bildiğini okuması halinde yaptığı hesaplar tutmayabilir. (Son)
_____________________________________________________
Yazıya tamamlayıcı ek (16.08.2025)
"Savaş suçu işlendi"
Bu yazımı 13 Ağustos 2025 çarşamba akşamı gazeteye göndermemden bir gün sonra 14 Ağustos’ta önemli bir gelişme meydana geldi. Bu gelişme yazımda yaptığım gözlemleri doğrudan ilgilendiriyor.
Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Konseyi bünyesinde görev yapan “Suriye Bağımsız Uluslararası Soruşturma Komisyonu”, 6-8 Mart tarihlerinde Suriye’nin sahil şeridinde meydana gelen ve yazımda konu ettiğim söz konusu olaylarla ilgili hazırlamış olduğu nihai raporunu yayımladı geçen perşembe günü.
Ekleriyle birlikte 66 sayfa tutan BM Komisyonu raporundaki tespitlerin, yazımızda aktardığımız tabloyla önemli ölçüde örtüştüğünü söylemek mümkündür.
Ancak BM raporunun çok kritik bir boyutu var. Bu da BM Komisyonu’nun yaşanan hadiseleri teşhis ederken “savaş suçları”na yönelen bir kanaat belirtmiş olmasıdır.
Rapor, hadiseler sırasında A) gerek ilk aşamada Esad rejiminden kalan unsurların bu bölgede hükümete karşı giriştiği kalkışma sırasında, B) gerek ikinci aşamada Ahmed Şara’nın başında bulunduğu Suriye hükümetine bağlı güçlerin ve sahadaki müttefiklerinin bu harekete karşılık verirken, muhtemelen “savaş suçu” işlediklerini belirtiyor.
Bununla birlikte, BM komisyonu, yaptığı incelemeler sırasında hükümet yanlısı grupların işledikleri suçlarla ilgili Şam’daki merkezi hükümetin “bir politikasının, planının olduğuna dair bir bulguya ulaşılmadığını” belirtiyor.
BM Ahmed Şara'yı aklıyor ancak...
Rapor, bu yönüyle ilk bakışta Ahmed Şara’nın olaylarda bir rolü olmadığını kayda geçirerek, kendisini aklıyor. Ama bunu yaparken Şara’ya bağlı Suriye ordusu altında organize olmuş grupların muhtemelen savaş suçları işlediklerini belirterek, en azından bu ihlallerin kendisi açısından yarattığı sorumluluğa da dikkat çekmiş oluyor.
Oldukça dikkat çekici bir nokta daha var. BM raporunda olaylar ayrıntılı bir şekilde aktarılırken, hem A) Şara’nın kurucusu olduğu ve yakın zamana kadar fiilen liderliğini yaptığı kendisine sadık Heyet Tahrir eş Şam (HTŞ) örgütüne bağlı unsurlar, hem de B) geçen ocak ayında yeni Suriye Ordusu’na katılmalarından önce Türkiye’nin desteklediği Suriye Milli Ordusu (eski adıyla ÖSO) bünyesinde bulunmuş olan bazı grupların işledikleri suçlara, bu örgütlerin bizzat isimleri geçirilerek açık atıflar yapılıyor.
ÖSO çıkışlı bu gruplar arasında özellikle AB’nin bu ihlallerdeki rolleri nedeniyle geçen mayıs ayında yaptırım listesine aldığı 62’inci Tümen (eski adıyla Sultan Süleyman Şah Tugayı) ve 76’ıncı Tümen (eski adıyla Hamza Tümeni) adları geçiriliyor. Ayrıca, daha önce “HTŞ Tugayları” olarak bilinen yeni adıyla “400’üncü Tümen” ile Ahrar el Şam örgütünün de adları telaffuz ediliyor BM Suriye Soruşturma Komisyonu raporunda.
Alevi köylerinde yargısız infazlar ve işkence suçları
Raporda, adı geçirilen bütün bu örgütlerin “Alevi çoğunluğu sahip köylerde, mahallelerde sivillere karşı yaygın ve sistematik bir şekilde yargısız infazlar, işkence ve kötü muamele suçları işlediğinin saptandığı” belirtiliyor. Devamında, bu örgütlerin işledikleri suçların muhtemelen “savaş suçu”na karşılık gelebileceği kaydediliyor.
Raporun giriş bölümünde, eski ÖSO unsurları kastedilerek, bu grupların olaylardaki rolüne ilişkin şu ifade yer alıyor:
“Geçmişte ihlaller ve istismarlarla dolu sicilleri iyi belgelenmiş olan ve yalnızca kısa süre önce geçici hükümetin güvenlik güçlerine katılmış eski grupların da sürece dahil olması, belgelenen şekilde şiddet olaylarının yaşanması riskini artırmıştır.”
Ve nihayetinde BM raporunda bu suçların faillerinin hangi örgüt ya da rütbeden olursa olsun, net bir şekilde hesap vermelerinin sağlanması ve başlatılmış olan soruşturmaların genişletilmesi talep ediliyor. Komisyon Başkanı Lynn Welchman, 14 Ağustos’ta raporu açıklarken, olaylara karıştıklarından şüphe edilen kişilerin soruşturmalar süresince görevlerinden el çektirilmeleri gerektiğini de vurgulamıştır.
Dışişleri Bakanı Şeybani'den BM'ye olumlu yanıt
BM Komisyonu, atılması gereken adımlara ilişkin bir dizi tavsiyenin de yer aldığı raporunu açıklamadan önce Suriye hükümetine de iletmiştir.
Raporun ekleri arasında Suriye Dışişleri Bakanı Hasan Esad Şeybani’nin komisyona verdiği yanıt da yer alıyor.
Şeybani, bu yanıtında rapordaki ihlal iddialarını “ciddi bir şekilde not ettiklerini” belirttikten sonra kendilerinin de hükümet olarak hesap verilebilirlik ve şeffaflık yönünde hareket edeceklerini taahhüt ediyor. Keza, raporda yöneltilen tavsiyelerin de hükümet açısından “Suriye’nin kaydetmeye devam edeceği ilerlemeler için bir yol haritası oluşturacağını” belirtiyor.
Mektuptaki diğer ifadelerle birlikte değerlendirildiğinde, Suriye lideri Ahmed Şara, dışişleri bakanı aracılığıyla rapordaki ihlallerin üzerine gidileceği ve iletilen önerilerin hayata geçirilmesinde BM ile işbirliği içinde hareket edeceği taahhüdünde bulunmuş oluyor uluslararası camiaya.
Şara açısından çıta yükseldi
Tabii, Şeybani’nin yanıtına bakılınca BM raporunda hükümetin bir rolünün bulunmadığına ilişkin saptamanın Şam’da iş başındaki Şara yönetiminde büyük bir memnuniyet yarattığı okumak mümkündür.
Her halükarda, BM Komisyonu’na verilen yanıttaki taahhütler olumlu bir gelişme olarak görülebilir. Ancak Ahmed Şara’nın verdiği bu sözlerin gereğini yerine getirebilmesi, öncelikle HTŞ içindeki ve diğer silahlı gruplar bünyesindeki suçluların üzerine kararlılıkla gidip gidemeyeceği, onları cezalandırıp cezalandıramayacağı sorusunda düğümleniyor. Üstelik şüpheliler arasındaki HTŞ kadroları bizzat kendi ekibidir. Here şey uygulamaya bakıyor.
BM Suriye Soruşturma Komisyonu raporu bu yönüyle yazımızın “Ahmed Şara’nın İnandırıcılık Sınavı” şeklindeki başlığını teyit ediyor. Üstelik, bu rapor Şara’nın inandırıcılık sınavı açısından çıtayı daha da yükseltmiştir.