Altan Öymen’in vefatının ardından kendisinin gazeteciliğinin, geride bıraktığı ve yakın tarihimiz üzerine anlamlı bir külliyat oluşturan kitaplarının, siyaset adamı kimliğinin ve insani yönlerinin hatırlandığı, geniş bir şekilde tartışıldığı günlerden geçtik

Kaleme alınan bütün yazılarda, hakkında yapılan konuşmalarda etkileyici bir sevgi ve saygı havası hakimdi. Burada dikkat çekici olan, dünya görüşü olarak yalnızca kendisine yakın olan kesimlerde değil, pekala bu bakışın dışında kalan farklı çevrelerden de büyük ölçüde aynı derecede bir kabul ve saygı görmesiydi.
Peki Altan Öymen’i bu kadar özel kılan neydi?
Bu soru zihnimi bir hayli meşgul etti geride bıraktığımız günlerde. Gerek kendisinin ardından kaleme aldığım farklı çerçevedeki iki ayrı yazıyı, gerek Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nde onun için düzenlenen panelde yapacağım konuşmayı hazırlarken bu soruya da yanıt arıyordum. Keza bu yazıyı kaleme aldığım şu sırada olduğu gibi…
Yarattığı saygınlığın iki önemli kaynağı
Bu sorunun birinci yanıtı, herhalde Öymen’in gazeteciliğiyle toplumda yaratmış olduğu saygınlıkta yatıyor olmalıdır.
Kalbur üstü bir gazetecilik çizgisi karşımıza çıkıyor onun yaşam öyküsünün üzerinden gittiğimizde. Muhabirlikle başlayan, röportajlar, yazı dizileriyle çeşitlenen, ana akım basının prestijli gazetelerinde önemli yöneticilik ve yazarlık pozisyonlarına ulaşan, ANKA gibi bir dönemin ses getiren, iz bırakan haber ajansını kuran, başarılarla dolu istisnai bir gazetecilik yolculuğu bu…
Üstelik son döneminde yakın tarihimize ilişkin kendi tanıklığı üzerinden kaleme aldığı hacimli kitaplarla yazarlığını taçlandıran bir yolculuk…
Yaşamının son günlerinde aktif gazetecilikten çekilmiş olsa bile, hiçbir zaman muhabirlik ruhunu, heyecanını kaybetmemişti Altan Öymen. O, hangi yaşta, hangi pozisyonda olursa olsun, başat kimliğinde her zaman elinde tuttuğu kalem ve not defteriyle merakla soru soran, kafasını meşgul eden sorulara ısrarla yanıt arayan yaman bir muhabirdi. Her daim muhabirdi.
Aktif gazetecilik dönemini izlemiş olanlar açısından Altan Öymen denince ilk akla gelen, 1975 yılında dönemin başbakanı Süleyman Demirel’in yeğeni Yahya Demirel’in sunta üzerinden yaptığı hayali ihracat yolsuzluğunu ortaya çıkartan araştırmacı gazeteci kimliğidir.
Ancak başlangıçtaki sorumuza yanıt ararken her şeyi onun gazetecilik hasletleriyle açıklayamayız. Kanımca ikinci bir neden daha var. Bunu doğrudan onun kişilik özelliklerinde aramamız gerekiyor. Çatışmacı bir kişiliğe sahip olmaması, her zaman makulü savunan bir çizgide durması, insanlara kim olursa, hangi yaştan olursa olsun her zaman değer vererek, saygıyla yaklaşması ve hiçbir zaman ödün vermediği nezaketi bunlar arasındaydı. Elini sıktığı insanlara her zaman kendisinden sıcak bir duygu titreşimi geçmişti.
Gazeteciliği siyasetçi kimliğinin gölgesinde kalmadı, aksine...
Şimdi meselenin püf noktasına gelelim. Altan Öymen’in gazeteci olarak bu ölçüde güven uyandırmasının altında yatan paradoksal bir durum da var aslında. Çünkü, kendisi aynı zamanda kuvvetli bir siyasi kimliği temsil ediyor. Üniversiteye ve mesleğe adım attığı 18 yaşından beri CHP üye kartını üzerinde taşımış, bu partiden iki ayrı dönem milletvekili olmuş, Turizm Bakanlığı yapmış; en önemlisi 1999 yılında -çok uzun süreli kalmasa da- partinin genel başkanlığına kadar yükselmiş bir şahsiyet.
Siyasi kimliği bu kadar baskın olan bir gazeteciyi bekleyen bir tehlike vardır her zaman. Siyasi duruşu gazeteciliğine baskın gelip mesleki kimliğinin üstüne çıkabilecek, bu kimliğin üzerine tuğrasını vurabilecektir. Gazeteciliği, kitapları siyasi kimliği üzerinden değerlendirilebilecektir. Partisinin gölgesi gazeteciliğinin üzerinde asılı duracaktır.
Altan Öymen’in gazeteciliğine pekala böyle bir mercekten bakanlar olabilir. Ancak kabul edelim ki, çok geniş bir kesim açısından böyle olmadı. Bunun önemli bir nedeni, gazeteciliğinin her zaman siyasetçiliğinin önüne geçmiş olmasıdır. Partili olduğu halde gazeteciliği bu gölgenin altında kalmamıştır.
Gazeteci olarak gerçeklere olan taahhüdü siyasi konumunun önünde durmuştur. Siyasi kimliği gazeteciliğinde particilik anlamında bir savrulmaya, raydan çıkmaya yol açmamıştır. Bir bu kadar önemlisi, bir gazeteci ve yazar olarak gerçekler karşısındaki sorumluluğu, partisinin geçmişteki günahlarını ortaya koymasını, sergilemesini engellememiştir.
Bu bağlamda üzerinde durduğu paradoksal durumu nasıl aşmış olduğu sorusunun somut bir yanıtını yakın tarihe ilişkin yazdığı kitapları karıştırırken buldum. Özellikle 2002 yılında yayımlanan “Bir Dönem, Bir Çocuk“ kitabının sayfalarını karıştırırken Altan Öymen’in gazeteciliğini, metodunu galiba daha iyi anladım.
Beni bu tespite götüren, söz konusu kitabında İkinci Dünya Savaşı sırasında 1942 yılında çıkartılan “Varlık Vergisi”ni anlatış şeklidir.
Kitabın bu bölümü okunduğunda, CHP’nin tarihi üzerinde kara bir gölge olarak duran bu mesele üzerinde olgular üzerinden ortaya koyduğu eleştirel duruşun önemi yadsınamaz. Bu duruşun partili bir kişiden gelmesi, yaptığı tespitleri çok daha değerli ve anlamlı kılıyor.

Varlık Vergisi'nin açıklanan üç gerekçesi vardı
İkinci Dünya Savaşı yıllarında, İsmet İnönü’nün cumhurbaşkanlığı ve Şükrü Saracoğlu’nun başbakanlığı döneminde getirilen Varlık Vergisi bir defalık bir servet vergisiydi. Bu vergiye ihtiyaç duyulmasının görünüşte üç gerekçesi vardı.
Birincisi, savaş koşulları altında ihtiyaçları büsbütün artan devlete bir defalık bir gelir kaynağı sağlamaktı. İkinci gerekçe, piyasadaki arz-talep dengesini yeniden düzenlemekle ilgiliydi. Bu şekilde fiyat artışlarının durdurulabileceği düşünülüyordu.
Ve nihayet, savaş sırasında elde edilen olağanüstü zenginlikleri törpüleyerek sosyal dengeleri yerine oturtmak gibi bir hedefi daha vardı Varlık Vergisi’nin.
Öymen’e göre, açıklanan bu gerekçelere o günlerin şartları altında kimsenin itirazı olamazdı. Sınırlarda bir milyon askeri savaşa hazır tutmaya çalışan devletin paraya ihtiyacı da meydandaydı. Keza, bazı bölgelerde açlık sınırında yaşayan halkın pahalılıktan kurtulma ihtiyacı da…
“Savaş zenginlikleri” meselesi de büyük rahatsızlık yaratan bir sosyal adalet sorunu olarak ortaya çıkıyordu.
Başbakan Saraçoğlu, Meclis’teki konuşmasında tasarının gerekçelerini anlatırken “Savaş sırasında olağanüstü kazançlar sağlayan muhtekirler var. Halkta onlara yönelik büyük bir kızgınlık var. Bu vergilendirme halkın o kızgınlığını da giderecek” diye konuşmuştu.
Muhtekirler… Yani stokçular, karaborsacılar…
Bu ifadeden muhtekirlerin daha fazla ödeyeceği anlaşılıyordu.
Öymen'e göre yasa uygulamada keyfiliğe açıktı
Öymen’e göre, Varlık Vergisi’nde sorunun kaynaklarından biri uygulamayla ilgiliydi. Mükelleflere tahakkuk ettirilecek varlık vergisini illerde, ilçelerde kurulacak komisyonlar belirleyecekti. Muhtekir olduğu tahmin edilenlere daha fazla vergi konacaktı.
Ona göre, bu usul keyfiliğe yol açacak olması bakımından sakattı. Komisyonlarda valiler, kaymakamlar, defterdarlar, mal memurları, belediyeler ve ticaret odalarının kendi içlerinden seçecekleri kişiler olacaktı. Kararlar kesindi ve hiçbir itiraz mercii yoktu.
Ve bütün mükelleflerin durumlarının incelenip vergilerin konulması için tanınan süre bir aydı. Her şey bir ay içinde tamamlanacaktı. Küçük yerlerde bu süre yeterli görülebilirdi. Ama yine de küçük yerlerdeki insan ilişkilerinden doğan olumlu-olumsuz etkiler söz konusu olabilirdi.
Ancak büyük şehirlerde, örneğin İstanbul’da bir ay yeterli görünmüyordu. Çok sayıda vergi mükellefi hakkında kısa sürede bilgi edinip karara varmak kolay değildi. Kararlar ancak el yordamıyla alınabilirdi. Burada da söylentilerin ve önyargıların etkili olması ihtimali güçlüydü.

"Sermaye henüz istenildiği kadar Türkleştirilmemişti"
İşte tam bu noktada meselenin gayrimüslimler boyutu, bu çerçevede azınlıklara karşı yakın tarihten gelen önyargılar meselesi gündeme geliyordu.
Gazetelerde ve dergilerde “harp zengini”, “istifçi”, “vurguncu” karikatürlerinde genellikle Yahudi tiplemeleri yer alıyordu. Öymen’e göre, vergi kararlarında bu önyargılı havanın etkili olması kaçınılmazdı.
O dönemde Türk ekonomisinin en varlıklı tüccarlarının, işadamlarının çoğu gayrimüslimdi. Öymen, tam bu noktada “Vergi komisyonlarının Müslümanlar-Gayrimüslimler diye ayrım yapmasının ve gayrimüslimlere daha fazla vergi koymasının hükümetin de tercihi olduğunun anlaşıldığını” belirtiyor.
Devamında, o yıllarda “Türkçülük” eğiliminin henüz Türkiye’nin gündeminden çıkmamış olduğunu hatırlatarak, şunları yazıyor:
“Gerçi Türkiye’deki gayrimüslimler sayıca azalmıştı. Eski savaş ve işgal dönemlerindeki ‘yabancılarla işbirliği’ örnekleri tarihe karışmıştı. Ancak ekonomik hayatta yabancı sermayeye olduğu gibi, gayrimüslimlerin elindeki sermayeye karşı da, evvelden beri oluşmuş güvensizlik duyguları devam ediyordu. Devlet teşebbüslerinin ekonomideki ağırlığı artsa da, özel sektördeki sermaye henüz istenildiği kadar ‘Türkleştirilmemişti.’…”

"Bu yasa bir fırsattır, piyasaya hakim gayri Türk unsurları bertaraf edeceğiz"
Meselenin “Sermayenin Türkleştirilmesi” faslına geldiğinde Öymen’in referans yaptığı önemli bir kaynak var. Bu, dönemin Trabzon Milletvekili olan, 1947-49 yılları arasında başbakan yardımcılığı da yapmış olan Faik Ahmet Barutçu’nun “Siyasi Hatıraları”nın Varlık Vergisi ile ilgili bölümüdür.
Söz konusu kanun hazırlanırken CHP’nin gizli grup toplantısında yapılan tartışmalar sırasında dönemin başbakanı Şükrü Saracoğlu’nun sarf ettiği ve Öymen’in de kitabında aynen aktardığı bazı sözler, kanunun resmen açıklanan ekonomik hedeflerinin yanında bir de “gizli hedefi” bulunduğunun kanıtı sayılmıştır.
Barutçu’nun bu toplantıda tuttuğu ve kitabında yayınladığı notlarına göre, Saraçoğlu şöyle konuşmuştu toplantıda:
“Bu kanun aynı zamanda bir ihtilal kanunudur. Bize iktisadi istiklalimizi kazandıracak bir fırsat karşısındayız. Piyasamıza hakim olan gayri Türk unsurları bu sayede bertaraf ederek Türk piyasasını Türk tüccarlarına ve Türklerin eline vereceğiz. İstanbul’daki gayrimenkullerin Türklere intikalini yine bu sayede temin edeceğiz. Gayrimenkullere terk edilecek vergilerin ancak dörtte biri Türklere tahmil edilecektir (yüklenecektir). Valilere bu yolda hususi talimatlar verilecektir.”
Buna karşılık hazırlanan taslakta “Müslim- Gayrimüslim” gibi ayrımlar yoktu. Taslakta herkese eşit muamele edilmesini öngörülüyordu. Ancak uygulama bu şekilde olmayacaktı.

"Sadece Saraçoğlu'nun değil hepimizin günahı"
Öymen, kitabının bu bölümünde o dönemde toplumda hakim olan hissiyatı da aktarıyor. Buna göre, ekonomik hayatta Müslüman Türklerin güçlendirilmesi, başta Müslüman Türk tüccarlar arasında olmak üzere taraftarları çok olan bir hedefti.
Kitabın bu bölümünde Öymen, azınlıklara karşı kuvvetli bir ayrımcılıktan etkilenen “dönemin ruhu”nu da bir faktör olarak denkleme dahil ediyor. Bu çabası, Varlık Vergisi’nin konuyu çevreleyen koşullar ve dinamiklerle birlikte bir bütün olarak anlaşılması bakımından kuşkusuz önemlidir.
Öymen, bu hatırlatmalardan sonra “bu vergiyle ilgili ayrımcı uygulamaları sadece Saracoğlu’nun icadıymış gibi görüp ona yüklenmek yerine, bu eğilimin Türkiye’de on yıllardan beri çok yaygın olduğunu hatırlamak gerekir” diyor.
Bu çerçevede dönemin İçişleri Bakanı Hilmi Uran’ın da Varlık Vergisi’nden yalnızca Saracoğlu’nun sorumlu tutulamayacağını belirtip, “Bu kanun Meclis’ten çıktı. Uygulaması da hepimizin gözü önünde oldu. Eğer varsa günahı hepimizindir” diye yazdığını hatırlatıyor.
Uygulamadaki keşmekeş
Varlık Vergisi Kanunu TBMM’de 11 Kasım 1942 tarihinde kabul edildi.
Peki uygulama nasıl oldu?
Öymen, uygulamada “tam bir keşmekeş yaşandığını” anlatıyor. Kurulan vergi komisyonlarına verilen kontrolsüz yetkilerin birçok haksız uygulamaya yol açtığını, bazı komisyon üyelerinin yasayı “büyük bir katılık ve sertlikle uyguladıklarını” yazıyor. Sadece Müslüman-Gayrimüslim ayrımı açısından değil, aynı durumdaki Müslümanlar veya gayrimüslimler arasında görülen farklı işlemler açısından da…
Öyle ki, aynı işte ortak olan, gelirleri ve servetleri aynı düzeyde olan iki gayrimüslimden birinin vergisi 140 bin, ötekinin ise 90 bin lira olarak saptanabiliyordu. Keza durumu aynı olan iki Müslüman Türk’ten birinin vergisi ötekinin iki katı çıkabiliyordu.
Sonuçta her şey vergi komisyonlarının takdirindeydi. Burada yazarın dikkat çektiği çok kritik bir nokta var. Başbakan Saracoğlu’nun gizli grup görüşmelerinde “gayrimüslim olmayanların vergisinin gayrimüslimlerinkinin dörtte biri kadar olması için valiliklere talimat verileceğini söylediğini” aktarıyor Öymen.
Bu talimat, bazı valiliklere Maliye Bakanlığı tarafından “telefonla yapılan telkinler” üzerinden iletilmiştir. Bu konuda herhangi bir yazılı emir çıkmamıştır. Yani talimatın belgesi yoktur.
Ama ortaya çıkan başka belgeler vardır. İstanbul Defterdarlığı’nda daha vergi çıkmadan vatandaşları yanlarına konulan harflere göre birbirinden ayıran cetvellerin hazırlanışı gibi... Buna göre, cetveldeki “M” harfi Müslüman, “G” gayrimüslim, “D” dönme ve “Y” yabancı demekti.
Öymen, bu cetveli dönemin İstanbul Defterdarı Faik Ökte’nin “Varlık Vergisi Faciası” adlı kitabından alıntılıyor, söz konusu formülün Ankara’da değil İstanbul Defterdarlığı’nda “icat edildiğini” belirtiyor.

Aşkale faciası: Taş kırmaya gönderilen gayrimüslimler
Peki kendilerine tahakkuk eden vergiyi ödeyemeyenleri nasıl bir yaptırım bekliyordu?
Yaptırım çok açık bir şekilde tanımlanmıştı kanunda.
Vergi borcunun bir ay içinde ödenmesi gerekiyordu. Ödenmezse mükellefin malına mülküne haciz konulacaktı. Bu da yetmezse borç kamu hizmetinde fiilen çalıştırılarak ödenecekti. Erzurum’un Aşkale ilçesi hükümetçe “toplu çalıştırma” alanı olarak belirlenmişti.
Öymen’in anlatımına göre, başlangıçta bu yaptırımın yasa metnine mükellefleri ödemeye yöneltmek için tasarlanan bir gözdağı olarak konduğu düşünülüyordu. Bunun uygulamaya konulacağı tahmin edilmiyordu. Oysa 1943 şubat ayından itibaren fiilen uygulanmıştır bu yaptırım.
Vergi borcu kalan vatandaşlar önce İstanbul’a Sirkeci’de oluşturulan bir merkeze götürülüyor, bir süre burada alıkonuyorlardı. “Cezalılar” ardından 30-40 kişilik gruplar halinde trene bindirilip Aşkale’ye sevk ediliyordu.
Bu vatandaşlar Aşkale’de soğuk kış günlerinde yol inşaatında çalıştırıldı. Üstelik bu kişilerin gidişi ve orada zor koşullar altında çalışmaları basında işlenerek kamuoyuna da yansıtıldı. Amaç İstanbul’da kalanları vergi ödemeye zorlamaktı.
Peki ödemek için elinde hiçbir imkan kalmamış olan mükelleflerin durumu ne oldu?
Öymen “Onlar da zaman içinde o yolculuğa çıkarıldılar” diye anlatıyor.
İstanbul’da 1943 yılı şubat ayından eylül ayına kadar toplanan mükellef sayısı 1.869’du. İçlerinde toplama merkezindeyken de ödeyemeyen 1.299 kişi Aşkale’ye gönderildi.
Gönderilenler arasında hiç Müslüman yoktu. Hepsi gayrimüslimdi.

"Çekilen acılar kolay unutulamazdı"
Bir süre sonra uygulamadan bazı geri adımlar atılmaya başlanır. Örneğin, Aşkale’deki çalışma koşulları hafifletilir, burası “zorunlu çalışma yeri” olmaktan çıkartılıp “zorunlu ikamet yeri” haline getirilir.
Sonunda 1943 yazı geride kaldığında Aşkale’deki cezalıların çoğu Eskişehir’in Sivrihisar ilçesine nakledilmiştir. 1943 sonunda hepsi evlerine döner. 1944 mart ayında da Varlık Vergisi’nden doğan vergi borçlarını tümüyle tasfiye eden bir kanun çıkartılır.
Öymen, ardından “Fakat o süre içinde çekilen acılar kolay kolay unutulamazdı” diye yazıyor.
Öymen'den dönemin basınına kuvvetli eleştiri
Şimdi Altan Öymen’in Varlık Vergisi hadisesi ile ilgili nihai değerlendirmesine geçelim.
Yazar, önce, dönemin İçişleri Bakanı Hilmi Uran’ın “bütün bunların günahı hepimizdedir” diyerek, Meclis’te bu konudaki yasaya onay veren tüm CHP milletvekillerine sorumluluk atfettiğini hatırlatıyor.
“Bu saptama isabetlidir ama bence yeterli değildir” diyor Öymen ve şu sözleriyle diğer sorumlulara da işaret ediyor:
“Olayın sorumluları arasında ‘vur deyince öldürücü’ bazı bürokratlarla birlikte mahalle ‘eşraf’ından seçilmiş komisyon üyelerini de hatırlamak gerekir. Ayrıca, o ayrımcı havaya yayınlarıyla katkıda bulunan, hatta onu körükleyen bazı gazetecileri, yazarları, karikatüristleri de…”
Görüleceği gibi, Öymen eleştiri oklarını doğrudan dönemin basınına da çeviriyor…
Yazar, uygulamayı özetlerken “Varlık Vergisi’nin milliyetçiliği vatandaşlık esasına dayandıran Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihinde çok kötü bir iz bıraktığını” söylüyor.
Bölümün finali Öymen'in ırkçılığa karşı manifestosu
Altan Öymen’in kitabında bu değerlendirmesinin sonunda “Bitmeyen Irkçılık’ ara başlığı altında bir bölüm açmış olması başlı başına önemlidir.
Burada açık bir ifadeyle Varlık Vergisi’ni bir “ırk ve/veya din ayrımcılığı uygulaması” olarak nitelendiriyor, bunun “günahı”nın tek bir kişiye veya birkaç kişiye bağlanamayacağını söylüyor ve şunları yazıyor:
“1942 yılının Türkiye’sinde bu konuda ırkçı eğilimlerden kaynaklanan bir kamuoyu tabanı olduğu besbellidir. Bunu her yeri geldikçe bir özeleştiri olarak vurgulamalıyız.”
Devamında “tarihin gösterdiği gerçek şu ki, insan toplulukları hangi ülkede olursa olsunlar ırkçılık hastalığına zaman zaman tutulabiliyorlar” diyen Öymen, bu tespitini Avrupa’dan, ABD’den somut örneklerle destekliyor, “Irkçılığın 21’inci yüzyılda da sürmekte olduğuna” dikkat çekiyor.
Kanaatimce önemli olan, Altan Öymen in kitabında toplam 27 sayfa tutan “Varlık Vergisi” bölümünü, finalinde ırkçılığa karşı bir manifesto ile bitirmesidir.
Şöyle yazıyor Öymen:
“Hemen her toplumun geçmişinde var olan ve bir kısmında 21.’inci yüzyılda bile sürmekte olan bu ırkçı eğilimlere her görüldükleri yerde aktif olarak karşı çıkmak, bu eski hastalıktan kurtulmuş olan tüm aklı başında insanların ortak görevidir.
Bu görevin evrensel niteliğini unutmamalıyız.
O evrensel görevi geçmişte, günümüzde hakkıyla yerine getirenleri, ırkçılığa karşı türlü tehlikeleri göze alarak mücadele edenleri, ırkçıların hedef aldığı insanlar yardımcı olanları da şükranla hatırlamalıyız.”
Yazar, bu noktada İkinci Dünya Savaşı’nda Rodos, Paris, Marsilya’da takip altındaki Yahudileri kurtaran Türk diplomatlarını da hatırlatarak, onlara saygısını, şükranlarını ifade ediyor.
Tarihimizle dürüst olma gereği
Altan Öymen, Varlık Vergisi hadisesini sağlam kaynaklar üzerinden objektif bir şekilde ortaya koyuyor ve finalinde bir aydın sorumluluğuyla herkesi ırkçılık konusunda ciddi bir muhasebeye davet ediyor.
CHP’nin genel başkanlığını yapmış bir şahsiyetin kendi partisinin tarihi üzerinde ağır bir yük olarak asılı duran Varlık Vergisi dosyası ile bu kadar açık sözlülükle yüzleşmesi her bakımdan kayda değerdir. Ve bugün bizler açısından yakın tarihimiz karşısında dürüst olmamız için anlamlı bir emsal oluşturmaktadır.
Tabii, bunu yaparken kendisinin gazeteci-yazar kimliği bir kez daha partili kimliğinin önüne geçmiştir.
Evet, Altan Öymen’in gazeteciliği üzerinde düşünürken kafamı meşgul eden soruların yanıtını kendi açımdan galiba kitabının Varlık Vergisi bölümünde bulmuştum.