05 Aralık 2025, Cuma
26.09.2025 04:51

Ayşe Barım ve Murat Çalık’ın durumları üzerinden “yaşam hakkı”na bakmak

A+ Yazı Boyutunu Büyüt A- Yazı Boyutunu Küçült

Menajer Ayşe Barım ile Beylikdüzü Belediye Başkanı Murat Çalık, sağlık durumları hakkındaki kaygı verici tespitlere karşılık halen tutuklu. Oysa hem Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne hem de Anayasa’mıza göre devlet yaşam hakkını korumak zorunda. Sonradan ortaya çıkabilecek ihlal kararlarını önlemenin yolu ise belli, tıp dünyasının uyarılarını dikkate almak...


Türk kamuoyu uzunca bir zamandır farklı suçlamalarla cezaevinde tutuklu bulunan sanatçı menajeri Ayşe Barım ile Beylikdüzü Belediye Başkanı Murat Çalık’ın sağlık durumlarıyla ilgili tartışmaları izlemekle meşgul. 

Her ikisi hakkında düzenlenmiş birçok tıbbi raporda, sağlık durumları hakkında dikkat çekilen kaygı verici tespitlere karşılık, Barım ve Çalık’ın tutukluluk halleri devam ediyor. Sağlık durumlarını yakından izleyenler açısından ciddi bir rahatsızlık ve tedirginlik söz konusu.

Murat Çalık

Sağlık raporları ve tutukluluk kararları üzerinden sürmekte olan tartışmalar, referans almamız gereken çerçeve bakımından bizleri öncelikle Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne (AİHS) ve metnin “Yaşam Hakkı” başlığı altında düzenlenen “Herkesin yaşam hakkı yasayla korunur” şeklindeki 2’nci maddesine götürüyor.

Bu maddenin “İnsan Haklarına Saygı Yükümlülüğü” başlığı altındaki, imzacı devletlere yetki alanlarındaki herkese bu sözleşmedeki hak ve özgürlüklerden yararlandırma görevini yükleyen 1’inci maddeden hemen sonra gelmesi, AİHS’nin temel mantığında ne kadar merkezi bir yer tuttuğunu gösteriyor.

Ve “Yaşam Hakkı”nın hemen ardından da “İşkence Yasağı” başlığı altında “Hiç kimse işkenceye veya insanlık dışı ya da aşağılayıcı muamele veya cezaya tabi tutulamaz” şeklindeki AİHS’nin 3’üncü maddesi geliyor.

Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nda ise AİHS’de başlangıçtaki bu iki maddede ele alınan alanların 17’nci maddede düzenlendiğini görüyoruz. 

“Kişinin Dokunulmazlığı, Maddi ve Manevi Varlığı” başlığı altındaki bu maddede özetle “Herkes yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir… Kimseye işkence ve eziyet yapılamaz; kimse insan haysiyetiyle bağdaşmayan bir cezaya veya muameleye tâbi tutulamaz” deniliyor.

Rıza Türmen: 'Yaşam hakkı, devletin pozitif yükümlülüğü altında'

Tabii “Yaşam Hakkı” dediğimizde, bu başlığa Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) sayısız kararıyla şekillenmiş içtihatlarıyla bir bütün olarak bakmamız gerekiyor. 

AİHM’de 1998-2008 yılları arasında 10 yıl yargıçlık yapmış olan Rıza Türmen, 2022 yılında yayımlanan “Bir AİHM Yargıcının Not Defteri” adlı kitabında “Yaşam Hakkı”nı değerlendirdiği bölümde, bu hakkın nasıl anlaşılması gerektiği konusunda önemli bir perspektif çiziyor.

Şöyle diyor Rıza Türmen:

“Devletin tek sorumluluğu öldürmeme değil, pozitif bir yükümlülük olarak yaşatmak aynı zamanda. Devlet, yaşama yönelik tehditleri önleyecek önlemleri almakla yükümlüdür. Yaşama yönelen bir tehdit varsa ve ulusal makamlar yaşama yönelen tehditleri biliyorlarsa ya da bilmeleri gerekiyorsa, tehdidi önlemek için gerekli, makul önlemleri almak zorundalar. Aksi halde 2’nci maddenin ihlali olur.”

Rıza Türmen, AİHS’nin bu maddesinin devlet açısından “pozitif yükümlülük” doğurduğuna dikkat çekiyor. Bir başka anlatımla, devletin bu hakkı korumak, kullanılmasını sağlamak için müdahil olmak, önlem almak (pozitif yükümlülük) görevi var. 

Bu durumda AİHS’ye taraf olan, AİHM’nin yetkisini tanıyan devletlerin, vatandaşlarının yaşam hakkına sahip çıkma yükümlülüğü çerçevesinde onları korumak için harekete geçmeleri de gerekiyor. 

Ve arşivleri taradığımızda, gerek AİHM’den gerek Anayasa Mahkemesi’nden, yaşam hakkı ve kötü muamele yasağına ilişkin temel hükümlerin ihlalinden dolayı verilmiş çok sayıda bireysel başvuru kararını karşımızda buluyoruz. Bunların bir kısmı da cezaevlerindeki hasta hükümlüler ya da tutukluların sağlık durumları nedeniyle maruz kaldıkları ihlalleri konu alıyor. 

Prof. Şevket Ruacan: 'Tehlike çanları çalıyor'

Burada meselenin tıp dünyasını ilgilendiren kısmına geçebiliriz. Tıp camiasından gelen uyarıların dikkate alınması, sonradan ortaya çıkabilecek ihlal kararlarının önüne geçmenin de başlıca yolu aslında.

Resmi raporlar bir yana, bu konuda galiba son günlerdeki en kuvvetli uyarı, geçen hafta gazetemiz için kaleme aldığı yazısında, ülkemizin patoloji ve kanser patolojisi alanlarında önde gelen isimlerinden birisi olan Prof. Şevket Ruacan tarafından yapıldı.

Hacettepe Üniversitesi kökenli olan, sonradan İstanbul’a geçerek 2009 yılında Koç Üniversitesi Tıp Fakültesi’nin kurucu dekanlığını beş yıl süreyle üstlenen Prof. Ruacan’ın bu konuda tehlike çanları çaldığı yazısı, “Sistem Çözemiyorsa Tıp Görevini Yapmalı” başlığını taşıyordu.

Prof. Ruacan, öncelikle 1999 yılında kan kanseri (akut myeloblastik lösemi) tanısıyla tedavi edilen Murat Çalık’ın sağlık durumuyla ilgili yaptığı değerlendirmede “Elimizdeki kısıtlı bilgiler ‘myelodisplastik sendrom’ olarak adlandırılan kemik iliği bozukluğuna yakalandığını düşündürüyor” diye yazıyor. Çeşitli kan hücre dizilerinde azalma ve ilikte /kanda blast sayılarının artmış olması bu tanıyı destekliyor” dedikten sonra ekliyor:

“Normal kişilerde anormal blast hücreleri kanda bulunmaz. Bilinmesi gereken ise tüm myelodisplastik sendromlarda lösemi gelişme riskinin yüksek olduğudur. Geçmişte lösemi geçirmiş olduğu için esasen hastalığın tekrarlama riski çok artmıştır.”

Prof. Ruacan hassas bir noktaya da dikkat çekiyor: “Kanda veya kemik iliğindeki kanser hücresi sayılarının 3-4 veya 5-6 olması hastalığın olmadığını göstermez. Bu sayılar klinisyenlere hastalığı sınıflama, izleme/tedaviye başlama kararlarını almada yardımcı olabilir. Sayı kaç olursa olsun hastalığın esasen var olduğu ve yakından izlenerek klinik belirtilere göre erken dönemde müdahale yapılması gerektiği bilinmelidir. Bu yakından izleme ve erken tedavi girişiminin de hapishane koşullarında sağlanamayacağını bilmek için hekim olmak gerekmez.”

İzmir Araştırma Hastanesi: 'Lösemi nüsü riski var'

Nitekim Sağlık Bakanlığı’na bağlı İzmir Atatürk Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde 7 Temmuz tarihinde düzenlenen ve yedi uzman doktorun imzasını taşıyan rapor da, büyük ölçüde Prof. Ruacan’ın tespitleri doğrultusundadır.

Raporda, hastanın tıbbi öyküsünde kan kanseri geçirmiş olmasının da altı çizilerek, aynen şöyle deniliyor: 

“Hastanın… ciddi kilo kaybı ve kemik iliği biyopsisinde blast oranının yüzde 4-5, lösemi nüksü açısından sınırda olması nedeniyle cezaevi şartları, artmış lösemi nüksü açısından yüksek riskli kabul edilmiş olup, yakın hematolojik takibi uygun olacaktır… Cezaevi şartları, artmış lösemi nüksü ve hayatı tehdit edici enfeksiyon riskine katkıda bulunabilir…”

Raporun sonunda “Bu bilgiler ışığında cezasının konutta infazına uygunluğu hakkındaki kararın Adli Tıp Kurumu tarafından verilmesi uygundur” deniliyor. Yani tutukluluğunu evinde geçirmesinin uygun olacağı kaydedilerek, dolaylı bir ifadeyle tahliye edilmesi yolunda kanaat belirtilmiş oluyor, ancak nihai karar için top Adli Tıp Kurumu’na atılıyor.

Bu arada, Türk Tabipleri Birliği’nin oluşturduğu sekiz tıp profesöründen oluşan bir bilim kurulu tarafından 28 Temmuz tarihinde açıklanan 29 sayfalık kapsamlı bir raporda, Murat Çalık’ın ceza infaz kurumu koşullarında kalmasının sağlığı bakımından uygun olmadığı hususunda kuvvetli bir kanaat ifade edilmiştir. 

AYM: ‘Cezaevinde kalsın ama sürekli takip edin, tedbir alın’

Adalet Bakanlığı’na bağlı Adli Tıp Kurumu’nun 11’inci İhtisas Kurumu ise diğer raporlardaki tespit ve önerilere itibar etmemiştir. Adli Tıp Kurumu’ndan sekiz uzman doktorun imzasını taşıyan 13 Ağustos 2025 tarihli raporda “Lösemi ve miyelodisplazi lehine patolojik bulgu tespit edilemediği” belirtilerek, şu karara varılıyor:

“Çalık’ın dosyadaki mevcut tıbbi belge ve tetkikleri ile kurulumuzda yapılan muayene bulgularına göre hâlihazırda; tedavisi ve önerilen aralıklarla düzenli poliklinik kontrolleri sağlanarak cezaevi şartlarında kalmasında sağlığı yönünden engel bir durum tespit edilmediği oy birliği ile mütalaa olunur.”

Anayasa Mahkemesi (AYM) de, yolsuzluk iddiasıyla 23 Mart’tan bu yana tutuklu olan Murat Çalık’ın tahliyesi yönünde yaptığı bireysel başvurusu karşısında 9 Eylül tarihinde ‘ret kararı vermiştir. AYM, bu kararını Adli Tıp Kurumu’nun raporuna dayandırmıştır.

Ancak yine de AYM kararında göz ardı edilemeyecek bir paradoks karşımıza çıkıyor. Şöyle ki, AYM başvuruya ‘ret’ verdikten hemen sonra “Başvurucunun yaşamının, maddi ve manevi bütünlüğünün korunması için gerekli önlemlerin alınmasına yönelik tedbir kararı” da almıştır. 

Hemen ardından şöyle diyor AYM 2. Dairesi:   

“Başvurucunun sağlık durumunun ve tutulma koşullarının sağlık durumuna uygunluğunun sürekli takip altında tutulmasına, sağlık durumu gerektirdiği takdirde tedavi, tetkik ve hastaneye yatırılması da dahil olmak üzere tüm tedbirlerin alınmasına da karar vermiştir.” 

Bir bakıma, karşısında riskli, “önlem alınmasını” gerektiren bir dosya olduğunu AYM de kabul ediyor ve “tüm tedbirleri alın” diyor. Bir başka anlatımla, “teyakkuzda olun” mesajı veriyor ama bu mesaj “teyakkuz durumu hastanede yaşansın” ya da “tahliye edilsin” noktasına gelmiyor.

Ayşe Barım'ın sağlık durumunda sıkıntılı tablo

Şimdi geçen ocak ayı sonunda 12 yıl önceki Gezi olayları sırasında “Hükümeti ortadan kaldırmaya teşebbüse yardım etme” iddiasıyla tutuklanan Ayşe Barım’ın dosyasına geçelim. Bu dosyada son derece sıkıntılı bir sağlık tablosu beliriyor. Ancak burada kayda değer olan, Barım’ın sağlık sorunlarına işaret eden tespitlerin önemli bölümünün doğrudan devlet hastanesi çıkışlı raporlarda yer almasıdır.

Çok özet olarak aktarmamız gerekirse, Ayşe Barım’ın birden çok sağlık sorunu söz konusu. Bir kere, kendisinin beyninde daha önce tespit edilen anevrizmalar nedeniyle iki adet stenti bulunuyor. Ancak tutukluğu sürecinde oluşan, beyin ana damarında konumlanan ve gittikçe genişleyen yeni bir anevrizma daha ortaya çıkmıştır.

İkinci bir grupta Ayşe Barım’ın kalp hastalıkları yer alıyor. Kısaca değinirsek: Kalbindeki kas dokularının normalin üstünde kalınlaştığı, kalınlaşmanın dengesiz bir şekilde olduğu, bu nedenle kanın kalpten çıkmasında problem yaşandığı, kalp kapakçıklarında ileri derecede yetmezlik bulunduğu, ritim bozukluğu oluştuğu için kalp pili takılmasının önerildiği, kalpten çıkamayan kanın kalpte basınç etkisi yarattığı, basınç değerlerinin yüksek tespit edildiği, bunun da beyindeki anevrizmanın patlama riskini artırdığı… 

Yine bu noktada dikkate alınması gereken bir husus, Ayşe Barım’ın Silivri Cezaevi’nde son dört ay içinde tam yedi kez bayılmış olmasıdır. Bayılmaların kalpte değinilen sorunlar çerçevesinde kanın çıkış yerinin daralmasından kaynaklandığı anlaşılıyor. 

Belirtmemiz gereken bir başka nokta, Ayşe Barım’ın geçen süre zarfında hapiste 30 kilo kaybetmiş olmasıdır.

Ayşe Barım hakkındaki raporları özetlemeye yerimiz yetmeyecektir. Sağlığı ile ilgili riskli rapor gelen kurumlar arasında Silivri Devlet Hastanesi, İstanbul Mehmet Akif Ersoy Göğüs ve Damar Cerrahisi Hastanesi, Başakşehir Çam ve Sakura Şehir Hastanesi de var.

Keza Türk Tabipleri Birliği de yine hepsi profesörlerden oluşan yedi kişilik bir heyet oluşturarak Ayşe Barım’ın sağlık durumunu incelemiş ve 14 Ağustos tarihli raporunda mevcut tıbbi bulguların ciddiyeti karşısında tutuklunun bir an önce serbest bırakılması yönünde kanaat belirtmiştir.

Prof. Kırış: 'Beyin kanaması riski var'

Bu kurulda yer alan ve beyin cerrahisi alanında ülkemizde tanınmış bir isim olan Prof. Talat Kırış, geçenlerde T24’te bu konuda kaleme aldığı yazıda şu tespitleri yapmıştır:

“Ayşe Barım’ın benim branşımla ilgili hastalığı beyin anevrizması, yani beyin damarlarında oluşmuş bir damar baloncuğu. Anevrizmalar kanadıklarında ciddi bir hayati risk taşırlar. Ayşe Barım da 2015 yılında tedavi görmüş ve anevrizması endovasküler yoldan, yani kasıktan girilerek damar içinden yapılan bir girişimle kapatılmış. Endovasküler yolla kapatılan anevrizmalarda aynı bölgeden yeni bir anevrizma gelişmesi mümkündür. Nitekim hastanın 2024 tarihli beyin manyetik rezonans görüntüleme (MRG) ve MR anjiyografisinde bu durum saptanmış, 13 Mayıs 2025 tarihli Marmara Ceza İnfaz Kurumu Devlet Hastanesi’nin Sağlık Kurulu raporunda gelişen anevrizmada boyut artışı olduğu belirtilmiştir.

2024 yılında yapılan incelemeye göre boyut artışı olması, gelişen anevrizmanın stabil olmadığı ve mevcut subaraknoid kanama (beyin kanaması) riskinde artış olduğunu düşündürmektedir. Bu durumun tanıda altın standart olan ‘dijital subtraksiyon anjiografi’yle değerlendirilmesi ve sonuca göre gerekli takip ve tedavinin planlanması gereklidir. 

Serebrovasküler cerrahi açısından komplike bir durum arz eden kapatılmış anevrizmada nüks gelişmesi ve bu durumun tedavisi, ancak bu konuda uzmanlaşmış merkezlerde hem endovasküler hem de açık cerrahi konusunda deneyimli ekiplerin varlığında değerlendirilmesi gereken bir durumdur. Cezaevi koşullarında gelişecek bir kanamaya müdahalede gecikme ya da tedavinin bu konuda deneyimsiz bir sağlık merkezinde yapılmak zorunda kalınması ciddi hayati riske neden olacaktır.”

Prof. Kırış, kendi uzmanlık alanı dışında kalmakla birlikte, Türk Tabipleri Birliği heyeti raporunda Ayşe Barım’ın kalp yetmezliği sorununun “çok ciddi” görüldüğünü vurguluyor. 

Adli Tıp Kurumu'da 'Cezaevinde kalmasın' diyor ancak...

Ayşe Barım’ın dosyasında dikkat çekmemiz gereken bir nokta, Adli Tıp Kurumu’nun da kendisinin hastaneye sevki yönünde görüş ortaya koymuş olmasıdır. Adli Tıp Kurumu 11. Dairesi, 23 Temmuz tarihli raporunda, Ayşe Barım’ın “tam teşekküllü devlet hastanesi ya da üniversite hastanesine sevk edilmesi” gerektiğini kaydetmiştir. Raporda, Ayşe Barım için önerilen tedavilerin, kardiyak işlemlerin burada yapılabileceği belirtiliyor.

Bu noktada Ayşe Barım, önerilen işlemlerin son derece riskli beyin ve kalp ameliyatları olduğunu belirterek, bu tıbbi müdahalelerin kendi doktorları tarafından yapılmasını istemektedir. 

Barım’ın avukatları da 28 Ağustos tarihinde mahkemeye başvurarak, “Tetkik ve tedaviler sonucunda oluşabilecek riskleri kendisi üstlenmeli, kendi hayatının söz konusu olduğu bu kararı müvekkilimiz vermelidir” diyerek tahliyesini talep etmiştir. Mahkeme, bu tarihten sonra tam üç kez tahliye taleplerini reddederek Ayşe Barım’ın tutukluluğuna devam kararı vermiştir.

Tabii, buraya meseleye kadar hep “yaşam hakkı” çerçevesinde baktık. Ancak unutmayalım ki, gerek Barım gerek Çalık, hukuken henüz şüpheli konumunda olan tutuklulardır. AİHM ve AYM içtihatları zemininde olması gereken, zaten tutuklu yargılamanın istisna olarak uygulanmasıdır.

Sağlık durumları riskli görülen tutuklular açısından özellikle böyle olmalı ve kendilerine tahliye kapısı açılmalıdır.

Devletin vatandaşlarının yaşam hakkını koruma yükümlülüğü de bu yönde hareket edilmesini gerektirir. 

* Bu haber/yazı ve resimlerin eser sahipliğinden doğan tüm hakları Haftalık Yayıncılık Anonim Şirketi’ne ait olup işbu yazı/haber ve resimlerin, kaynak gösterilmeksizin kısmen/tamamen izin alınmaksızın yeniden yayımlanması yasaktır. Haftalık Yayıncılık Anonim Şirketi’nin, 5187 sayılı Basın Kanunu’nun 24. maddesinden doğan her türlü hakkı saklıdır.

Sedat Ergin
Sedat Ergin