ABD’den yarım yüzyıldır gelen çok sayıda talebe rağmen Ankara’daki hiçbir iktidar Ruhban Okulu’nu açmaya yanaşmadı. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Oval Ofis’te Trump’a “Üzerimize ne düşerse yapmaya hazırız” demesi bu açıdan önemli bir jest. Gerisi getirilirse, Türk-ABD ilişkileri üzerinde 54 yıldır asılı duran bu dosya kapanmış olacak
Tarih 26 Ocak 1949, günlerden çarşamba… İstanbul Yeşilköy Havalimanı’na inen ABD bayraklı uçak, Türk-Amerikan ilişkilerinde ‘Truman Doktrini’ ile girilmiş olan yeni dönemin önemli bir sembolünü taşıyordu.
Gelen uçağın kimlik bilgileri durumun önem derecesini yeterince yansıtıyordu. ABD Başkanı’nın kullanımına tahsis edilmiş uçaklardan biriydi. İlginç bir adı vardı ‘Douglas C-54 Skymaster’ tipi bu uçağın: ‘Sacred Cow’…
Türkçesi ile ‘Kutsal İnek’.
‘Sacred Cow’un yolcusu Ortodoks aleminde bütün kiliseler arasında ‘eşitler arasında birinci’ konumda olan Fener Patrikhanesi’nin başına geçmeye hazırlanan Atenagoras’tan başkası değildi.
Kendisinin bir önceki görevi Amerika Rum Ortodoks Kilisesi Başpiskoposluğu idi. Bu görevini bir ABD vatandaşı olarak yürütmüştü.
Ancak İstanbul’a gelişinden bir süre önce Ankara’da çıkartılan özel bir hükümet kararnamesiyle Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığını almış, 1 Kasım 1948 tarihinde de ‘Sen Sinod’ olarak adlandırılan kurulda yapılan seçimi kazanarak Fener Patriği unvanını kazanmıştı.
Aslında bir süreklilik de söz konusuydu burada. Çünkü 1886 yılında Yunanistan’ın kuzeybatısında, o tarihte Osmanlı toprağı olan Yanya şehrinde doğduğunda, hayata Osmanlı tebası olarak başlamıştı. Heybeliada’daki Ruhban Okulu’nu bitirip papaz olduktan sonra ABD’ye gitmiş, kısa zamanda yükselerek 1930 yılında 44 yaşında ABD’deki Ortodoks Kilisesi’nin Başpiskoposu olmuştu.
İstanbul’a gelene kadar ABD’de yaşayan Rum Ortodoks Amerikalıların ruhani lideriydi. Bu kimliğiyle Rum kökenli Amerikalılar ve Rum Lobisi üzerinde büyük bir manevi otoriteye sahipti.
Gelişmeler zinciri 1948 yılında İstanbul’daki Fener Patriği Maksimos’un görevi kendisi hayatta iken olaylı bir şekilde sonlanmasıyla tetiklenir. Maksimos’un ruhsal sağlığıyla ilgili raporların yanı sıra Fener Patrikhanesi ile rekabet halinde olan Moskova’daki Ortodoks Kilisesi ile yakınlaşmış olduğu yolundaki haberlerin de rol oynadığı bugün de tartışılmakta olan bir konudur.
Peki yerine kim gelecektir?
Patrikhane'ye bir ABD vatandaşı gelebilir mi?
ABD’deki Rum lobisinin görüşü Atenagoras’ın bu iş için ‘biçilmiş kaftan’ olduğudur. Truman yönetimi de aynı kanaattedir. İşte bu noktada bir dizi mekanizma çalışmaya başlar.
Ancak Atenagoras’ın seçilebilmesinin önünde büyük bir engel vardır.
Türkiye’deki mevzuata göre, Fener Patriği koltuğuna oturacak kişinin Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olması ve İstanbul’da yaşaması zorunludur.
Evet bir Osmanlı vatandaşı olarak doğmuş olmasına karşılık, sonradan ABD vatandaşlığına geçmiştir Atenagoras.
Bu mevzuatın gerisinde, Yunanistan’ın 19’uncu yüzyılın başında Osmanlı İmparatorluğu’ndan bağımsızlığını kazanmasında ve Anadolu’nun 1919-1922 arasında Yunanistan tarafından işgali sırasında İstanbul’daki Patrikhane’nin sergilediği “problemli” sicil yatıyor. Burada yaşanan tecrübenin ışığında Cumhuriyet’in kurucuları Patrikhane’nin statüsünün nasıl düzenlenmesi gerektiği konusunda kuvvetli bir kanaat geliştirmişlerdir.
Bu durum Lozan Konferansı görüşmelerine yansımış, sonrasında Cumhuriyet’in kuruluşuyla birlikte Patrikhane, sadece Türkiye’deki Rum azınlığa dini hizmet veren milli bir kurum statüsüyle katı bir idari rejim altına sokulmuştur. Osmanlı döneminde tanınmış olan diğer bütün yetkilerinden arındırılmıştır. Yeni statüde Patrik, idari olarak Eyüp Kaymakamı’na ve sonraki aşamada İstanbul Valisi’ne tabi olmaktadır.
Başkan Truman'ın İsmet Paşa'dan ricası neydi?
Görüleceği gibi, Atenagoras’ın Fener Patrikhanesi için görünüşte hiçbir şansı yoktur. İşte bu noktada ABD Başkanı Truman, 1948 sonbaharında bizzat devreye girer ve dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’ye yazdığı bir mektupla Atenagoras’ın Fener Rum Patrikhanesi’nin başına getirilmesi, öncesinde de T.C. vatandaşlığı kazanabilmesi için kendisine kolaylık gösterilmesi beklentisini iletir.
Soğuk Savaş’ın uç vermeye başladığı, ABD’nin komünizm tehlikesine karşı uluslararası seferberliğe giriştiği bir dönemdir. Truman 1947 yılında açıkladığı, kendi adını taşıyan doktrin çerçevesinde Türkiye ve Yunanistan’a toplamı 400 milyon dolara ulaşan bir yardım kampanyasını da devreye sokmuştur.

Ayrıca, Sovyetler Birliği lideri Josef Stalin’in II. Dünya Savaşı’nın sonunda Türkiye’den toprak taleplerinden ciddi bir şekilde ürken Ankara’daki tek parti yönetimi, ülkenin savunmasını Batı içindeki ittifak düzenlemelerinin içine dahil olarak güvence altına alma çabasındadır o yıllarda.
İsmet Paşa, Başkan Truman’a yapacağı bu jestin, Batı dünyası ve onun liderliğini üstlenmiş olan ABD ile ilişkilerin önünü açmak bakımından da önemli bir yarar sağlayacağını değerlendirir.
Atenagoras 1949-72 arasında tam 24 yıl görev yapar. Patrikhane’nin ‘ekümeniklik’ tezi uluslararası alanda büyük bir yaygınlık kazanır onun döneminde.
Atenagoras olayı neyin önünü açtı?
Bu yazı, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın geçen hafta Beyaz Saray’da Başkan Trump ile görüşmesinin hemen başında gündeme gelen Fener Patrikhanesi’ne bağlı Heybeliada’daki Ruhban Okulu’nun yeniden eğitime açılması meselesini konu almak üzere hazırlandı.
O zaman neden Atenagoras üzerinden bir başlangıç yaptığım merak edilebilir…
Bunun nedeni, Patrikhane’nin on yıllardır Türkiye ile ABD arasındaki ilişkilerde kazandığı kilit konuma ilişkin tarihi bir perspektif vermek istememden ibaret. Aslında 1948 sonunda yapılan jest, Patrikhane ile ilgili konuları bu ilişkilerin gündemine daha sonra hiç çıkmayacak bir şekilde yerleştirmiştir.

Mesele yalnızca gündeme girmekle sınırlı değildir. Aynı zamanda, burada işleyen mekanizma, yani Türk karar vericileri ilgilendiren konularda doğrudan ABD yönetimi üzerinden sonuç alma eğilimi daha sonraki on yıllarda Rum lobisi ve Yunan hükümetleri açısından genel bir davranış kalıbına dönüşecektir.
Böyle olması, bu aktörlerin Türkiye’deki karar vericileri gerileterek sıkça sonuç aldıkları anlamına gelmiyor, Ankara’yı her zaman rahatsız etmiş olsa da… Kıbrıs sorununun 1970’ler sonrasındaki seyri bu durumun en açık kanıtıdır.
ABD ile ilişkilerin değişmez gündem maddesi
Şimdi geçen hafta perşembe günü Oval Ofis’te karşımıza çıkan görüntüye geçelim. Bu hadisede Fener Patrikhanesi’ni doğrudan ilgilendiren bir konunun Beyaz Saray’da Türkiye Cumhurbaşkanı ile ABD Başkanı arasındaki görüşmede gündeme geldiğini gördük.
Uluslararası kamuoyu ve konunun yabancısı olanlar, Trump-Erdoğan görüşmesini izlerken daha işin başında İstanbul Heybeliada’da Ruhban Okulu’nun kapalı kalmasıyla ilgili başkanlar düzeyinde ele alınan bir sorunun varlığını öğrenmiş oldular.
Bu okulun durumu, Türkiye-ABD ilişkilerinin 1971 yılından sonraki gündeminin en değişmez maddelerinden biridir.
Anayasa Mahkemesi’nin 1971 yılında Türkiye’de yüksekokul düzeyindeki bütün eğitim kurumlarını kapatma kararı almasıyla birlikte, bu statüye girdiği gerekçesiyle Heybeliada’daki Ruhban Okulu’nun faaliyeti de durdurulmuştur. Bu karar üzerine okulu kapatma işlemi Milli Eğitim Bakanlığı tarafından yürütülmüştü. O sırada 12 Mart ara rejiminde Nihat Erim hükümeti iş başındaydı.
Böylelikle dini cemaatlerin kendi din adamlarını yetiştirmesi, bu çerçevede dini eğitim kurumları açmasını da öngören Tanzimat Fermanı’nın 1839 yılında ilanından tam beş yıl sonra 1844’te açılan Ruhban Okulu’nun kapısına mühür vuruluyordu. Tam 127 yıl sonra…
Okulun önemi, Ortodoks dünyasındaki kiliseler için din adamı yetiştirmesiydi.
Obama TBMM kürsüsünde açılması çağrısında bulundu
1971 yılındaki bu kapatma kararından sonra okulun yeniden açılmasıyla ilgili birçok deneme yapılmışsa da bunların hepsi sonuçsuz kalmıştır. Ve ABD yönetimleri özellikle Rum lobisinin de itmesiyle her seferinde bu konuyu gündeme getirmiştir, en alt kademeden en üste kadar her düzeyde… Rum lobisinin etkisiyle Kongre’nin de değişmez bir talebi olmuştur Türkiye karşısında.
ABD Başkanları ile cumhurbaşkanı ya da başbakan düzeyinde Türk muhatapları arasında gerçekleşen görüşmelerde bu konunun geçmediği bir temas herhalde çok azdır. Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın baba George Bush ile görüşmeleri, Başkan Bill Clinton ile Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel arasındaki görüşmeler örnek verilebilir.
Konu sadece diplomatik görüşmelerde kapalı kapılar arkasında da kalmamıştır. Başkan Barack Obama, Türkiye’ye yaptığı resmi ziyaret sırasında 6 Nisan 2009 tarihinde TBMM Genel Kurulu’na hitaben yaptığı konuşmada bu konuyu bizzat açarak şöyle demiştir:
“Din ve ifade özgürlüğü, devleti güçlendiren güçlü ve canlı bir sivil toplumun oluşmasına yol açar. Bu nedenle, Halki (Heybeliada) Ruhban Okulu’nun yeniden açılması gibi adımlar, Türkiye içinde ve ötesinde çok önemli bir mesaj verecektir.”
54 yıl neden açılmadı?
Bu noktada temel bir tespit yapalım. ABD yönetimlerinin her kademede dile getirdiği bu beklenti geçen yarım yüzyılı aşkın süre içinde her seferinde karşılıksız kalmıştır. Zaman zaman bazı hareketlenmeler gözlenmekle birlikte, bütün bu girişimler son tahlilde bir yere varmamıştır.
Nedenleri konusunda uzun bir liste yapılabilir. Şöyle ki;
Birincisi, Heybeliada’daki okul açıldığı takdirde, bu uygulamanın başka dini azınlıklara, gruplara da okul açma emsalini oluşturacak olmasıdır.
Bir diğeri, konunun aynı zamanda Batı Trakya’daki Müslüman Türk azınlığın dini ve eğitim hakları alanlarında maruz kaldığı sorunlarla ‘karşılıklılık’ içinde görülmesidir. Batı Trakya’daki Müslümanlar birbiri ardına engellemelerle karşılaşırken, Fener Patrikhanesi’ne böyle bir jestin yapılması uygun görülmemiştir.
Ayrıca Rum lobisi Kongre’de Türkiye’ye her konuda zorluk çıkarırken, bu yöndeki bir talebin karşılanması politik olarak rahatsız edici görünmüştür. Türk kamuoyuna izahının kolay olmayacağı düşünülmüştür.
Meselenin bir diğer boyutu da dosyanın mevzuat açısından son derece karmaşık yönlerinin bulunmasıdır. Örneğin, bir düzenleme yapıldığında Türkiye’deki bütün yüksekokullar gibi YÖK’e tabi olması gerekecektir. Her halükarda çok yaratıcı bir formülün geliştirilmesi gerekecektir.
Bu şekilde zaman zaman canlanan, daha sonra yeniden ötelenen bir konu olarak çözümsüzlük içinde seyretmiştir bu dosya. Özetle, Ankara’daki hiçbir iktidar geçen 54 yıl içinde Ruhban Okulu’nu açma adımını atmaya yanaşmamıştır.
Öte yandan, bu değerlendirmede Türkiye’de Patrikhane ile ilgili dosyaların özellikle muhafazakar, milliyetçi, ulusalcı kesimlerde genellikle sıcak bakılan mevzular olmadığını da bir faktör olarak kayda geçmek gerekir.
Dikkat çekici hareketlilik
Gelgelelim, geçen yılın aralık ayından itibaren yeniden bir kıpırdanma gözleniyor Ruhban Okulu konusunda. Örneğin, 27 Aralık tarihinde Fener Patriği Bartholomeos’un Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile yaptığı görüşme sonrası su yüzüne çıkan bir hareketlilik söz konusu.
Örneğin Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin’in geçen mayıs ayında Cumhurbaşkanı’nın talimatıyla bizzat Heybeliada Ruhban Okulu’nu ziyaret etmiş olması ve ardından okulun açılabilmesi için yeniden bir formül arayışına ilişkin çalışmaların yürütülmesi de bunu teyit ediyor.
Patrik Trump'la görüşmesini nasıl anlattı?
Ancak buradaki kritik bir dönüm noktası, geçen ay Erdoğan’ın 25 Eylül’de Beyaz Saray’a ayak basmasından tam 10 gün önce, Patrik Bartholomeos’un 15 Eylül tarihinde Beyaz Saray’ı bizzat ziyaret etmesi ve konunun Oval Ofis’te açılmasıydı.
Bartholomeos bir ABD vakfı tarafından kendisine verilecek ödülü almak için New York’tayken Washington’a geçerek bu görüşmeyi yapmıştır.
Kendisi görüşmeden sonra New York’ta CNNTürk’ten Hakan Çelik’e verdiği mülakatta “Buraya geleceğimi duyan Amerikan makamları ve Beyaz Saray bana Sayın Başkan Trump ile özel bir buluşma ayarladılar” diye anlatıyor randevunun öyküsünü.
Trump, Bartholomeos’un görüştüğü altıncı ABD Başkanı olmuştur. Patrik, Bill Clinton ile 1997’de Washington’da, 1999’da ise İstanbul’da kendisinin Patrikhane ziyareti sırasında görüşmüştür.
Patriğin daha sonraki Beyaz Saray ziyaretleri sırasıyla oğul George W. Bush ile 2002, Barack Obama ile 2016 ve Joe Biden ile 2021 yılında gerçekleşmiştir. Bartholomeos 1989 yılında baba George Bush’u dönemin Fener Patriği Dimitrios’un yanında Kadıköy Metropoliti unvanıyla ziyaret etmiştir.
Trump-Bartholomeos görüşmesi tam 35 dakika sürmüştür. Hakan Çelik’e yaptığı açıklamaya göre, Fener Patriği görüşmede “Ortadoğu’daki Hristiyanların gittikçe azaldığını” söylemiş ve kendi ifadesiyle konuşma şöyle devam etmiştir:
“Sayın Trump Türkiye’deki Hristiyanların durumunu sordu. Cevaben dedim ki, çok az Hristiyan var Türkiye’de, nüfusun yüzde birini teşkil ediyor. Yalnız Rumlar değil, Ermeniler, Süryaniler hep beraber çok küçük bir rakam temsil ediyoruz.”
Bartholomeos, Ruhban Okulu meselesinin de konuşmasında şöyle geçtiğini anlatıyor:
“Ruhban Okulu’nun durumunu konuştuk. Haberi vardı bu meselemiz hakkında. En kısa zamanda açılmasını temenni etti. Ben kendisine Sayın Cumhurbaşkanımızın geçen seneden beri bu konuda yeşil ışık yaktığını söyledim ve şu an Milli Eğitim Bakanlığımızla diyalog içinde olduğumuzu arz ettim. Ruhban Okulu’nun açılması konusunda ilgi gösterdiler…”
Patrik, sonunda ekliyor: “Her zaman problemimiz varsa kendilerine iletmemizi söyledi.”
‘Okay, very good...'
İşte bundan tam on gün sonra Beyaz Saray’da aynı odada yapılan Erdoğan-Trump görüşmesi de ilginçtir ki Ruhban Okulu temasının açılmasına sahne olmuştur. Erdoğan uluslararası medyanın önünde yaptığı kısa konuşmanın sonunda konuyu doğrudan Ruhban Okulu’nu getirerek, “Heybeliada okuluyla ilgili üzerimize ne düşerse zaten yapmaya hazırız” diyerek önemli bir jest yapmıytır Trump’a.
Trump “Okay, very good” (Tamam, çok iyi) diyerek karşılık vermiş ve Patrik’in kısa bir süre önce Beyaz Saray’da olduğunu hatırlatarak “Gerçekten biraz yardıma ihtiyaçları var. Ben de (Erdoğan’a) bahsedeceğimi söyledim. Gerçekten müteşekkiriz” diye konuşmuştur.
Okulun açılması neye yol açar?
Gerçekten de gerisinin getirilmesi halinde, Türk-ABD ilişkilerinin üzerinde tam 54 yıldır asılı duran bu dosya da kapanmış olacaktır. Bu yönüyle okulun açılması konusunda ifade edilen jestin, Erdoğan ile Trump arasında 25 Eylül’de girilen yeni dönemin bu aşamadaki olumlu atmosferinde ABD tarafında belli bir etki yarattığı anlaşılıyor.
Okul açıldığı takdirde, Erdoğan’ın 54 yıl sonra bu adımı atmasının, Batı’da özellikle de Hristiyan dünyasında olumlu bir rüzgar estireceği aşikardır.
Bu durumda, her konuşmasında ABD kamuoyuna başarılarını anlatmayı seven Trump’ın, haleflerinin yarım yüz yıldır üstesinden gelemedikleri bir meseleye çözüm bulduğunu söyleyerek, buradan kendisine bir başarı öyküsü çıkarmasına da şaşırmamalıyız.
Tabii, Türk-ABD ilişkilerinde zaman zaman karşımıza çıkan bir kalıbın kendisini bir kez daha tekrarlandığını da bu vesileyle söyleyebiliriz.