05 Aralık 2025, Cuma
08.08.2025 04:48

Bir emekli hava kuvvetleri komutanının gözünden “12 gün savaşı” ve Türkiye için alınacak dersler

A+ Yazı Boyutunu Büyüt A- Yazı Boyutunu Küçült

İsrail ile İran’ın sadece hava güçleri üzerinden yürüttükleri savaş, modern harp yöntemlerinin geldiği noktayı ve gideceği yeri anlamak adına önemli ipuçları barındırıyor. Elbette Türkiye’nin de bu 12 günlük savaştan çıkarması gereken dersler var. Bu derslerin ne olduğunu, konuya en hakim isimlerden biriyle, Emekli Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Abidin Ünal ile konuştuk. “12 Gün Savaşı”nda askeri açıdan neler yaşandığını analiz eden Ünal, Türkiye’nin izlemesi gereken rotanın çerçevesini de çizdi


Emekli Hava Kuvvetleri Komutanı Abidin Ünal, Gazete Oksijen’e verdiği kapsamlı bir mülakatta geçen haziran ayında İran ile İsrail arasında meydana gelen ve ABD’nin de dahil olduğu “12 Gün Savaşı”nı bir havacı komutan gözüyle değerlendirdi. Ünal, bu mülakatta özellikle İsrail’in savaş stratejisini, hava gücünde kullanılan silah teknolojilerini ayrıntılı bir şekilde analiz ederken, aynı zamanda geleceğe dönük bir perspektif içinde bu savaşın Türkiye açısından çıkartılması gereken sonuçlarına dönük görüşlerini de anlattı.

Kendisine yönelttiğimiz sorular ve Abidin Ünal’ın yanıtları şöyle:

Savaş, hava gücünün vazgeçilmezliğini gösterdi

İsrail ile İran arasındaki “12 Gün Savaşı” geride kaldı. Bütün dünya bu süre zarfında iki ülke arasındaki savaşa kilitlendi. Şimdi geriye dönüp baktığınızda, bu savaş, eski bir hava kuvvetleri komutanı olarak size ne gösterdi?

Elbette ki hava gücünün önemini ve vazgeçilmezliğini gösterdi. İran ideolojik yapısı gereği Ortadoğu bölgesine nüfuz etmeyi de öngördüğünden farklı bir askeri strateji geliştirmiştir. İsrail’i birinci derece tehdit kabul eden İran, stratejisini şu üç temel üzerine kurgulamıştır: Birincisi orta/uzun menzilli balistik füzeler geliştirmek, ikincisi vekil güçleri geliştirip desteklemek (Irak, Suriye, Lübnan Hizbullahı, Hamas ve Yemen Husileri) ve üçüncüsü nükleer silaha sahip olmak.

İran ordusu farklı komuta yapıları altında üç gruba ayrılmaktadır: Düzenli İran ordusu, Devrim Muhafızları ve dış ülkelerdeki vekil güçler. İran hava gücü hemen tümü 2. ve 3. nesil uçaklardan oluşan ancak 80-90 civarında aktif uçakla oldukça zayıf bırakılmış, kısıtlı sayıdaki eski nesil SA-2, SA-5, HAWK ve S-300 gibi hava savunma sistemleri çabuk bastırılmış ve etkisiz kalmıştır. Deniz Gücü ise Hürmüz Boğazı nedeniyle denizaltı ve sahil güvenlik alanında takviye edilmiştir. Ayrıca bu güçler İran askeri gücünün üç unsuru bünyesinde serpiştirilmiş bulunmaktadır.

Hava savunma sisteminin önemi anlaşıldı

Savaşın gösterdiği ikinci gerçek hava savunma sisteminin önemi olmuştur. İran’ı asıl tehdit kabul eden İsrail, bu ülke ile muhtemel bir savaşın havada cereyan edeceğini görerek özellikle hava gücünü bölgesel bir güce dönüştürmüş, küresel sıralamada 15. sırada yer almıştır. Hava gücünü 5. nesil dahil çağımızın en modern harp silah ve araçları ile donatmıştır. Asıl tehdidin balistik füzeler olduğunu kabul ederek balistik füze savunma sistemini kendi ürünü ARROW-2/3 sistemleri ile kurmuş, ABD’nin Patriot ve gemide konuşlu SM-3 gibi sistemlerle takviye edilmiştir. Söz konusu bu balistik füze savunma sisteminin alt katmanları, Demir Kubbe adı verilen kısa menzilli füze ve roket savunma sistemi ve Davud Sapanı adı verilen orta menzilli klasik tehditlere karşı koruma sağlayan sistemlerle takviye edilmiştir. İsrail ayrıca kendi vatandaşlarını korumak amaçlı pasif savunma tedbirlerini (sığınaklar, nükleer, biyolojik ve kimyasal tehditlere karşı koruma kıyafeti vs…) tamamlamıştır. Bu yönleriyle İsrail’in modern hava harbinin taarruzi ve savunma harbi bağlamında tüm gereklerine göre donatılmış ve eğitilmiş olduğunu görüyoruz.

Siyasi ve askeri hedefin seçimindeki isabet derecesi

Göze çarpan diğer önemli bir gerçek de hava harbin siyasi ve askeri hedefinin seçimindeki isabet derecesi olmuştur. İsrail, İran’ın nükleer silaha ulaşmasını engellemeyi asli hedef olarak belirlemiş, harp stratejisini bunun üzerine kurgulamıştır. İsrail İran’a karşı savaş hazırlığını en az 20 yıldır planlamaktadır. İran’a karşı fiili savaş 7 Ekim 2023 tarihinde Hamas eylemi sonrasına başlamıştır. İsrail bu aşamalarda Hamas’ı neredeyse yok etmiş, Lübnan Hizbullahı’nı bertaraf etmiş, Suriye’deki Hizbullah’ı etkisizleştirmiş, HTŞ’nin Şam’ı ele geçirmesiyle eş zamanlı olarak Suriye’nin tüm askeri varlığını neredeyse imha etmiş ve bu ülkenin güneyinden İran’a giden koridoru açmış, nihayet 13 Haziran’da İran’a havadan saldırmıştır.

İsrail hedeflerine tam olarak ulaşamadı

İsrail başlangıçta belirlediği “Nükleer tesislerin tahrip edilmesi” ve “Rejim değişikliğinin sağlanması” gibi savaşın hedeflerine tam olarak ulaşamamıştır. Sadece nükleer programı sekteye uğratabilmiştir. İran ise İsrail’e yaptığı saldırılarla bu ülkenin dokunulmazlığını kaldırmış, başkentinde onarılabilir fakat utandıracak ölçüde fiziki tahribat yaratmış ancak harbin sonucunu etkileyecek bir etki yaratamamıştır. Son aşamada ABD’nin nükleer tesislere yaptığı saldırının da başarılı olmadığı, üstelik zenginleştirilmekte olan uranyumun önceden kaçırıldığı iddia edilmektedir. İran’ın ABD’ye misilleme olarak Doha’ya yaptığı saldırıdan ABD’nin önceden haberli olması, bir danışıklılık olduğu kanaatini uyandırmaktadır.

Bir havacı için alınabilecek en önemli ders

Savaşın gösterdiği diğer önemli bir gerçek de hava gücünün kompozisyonu ile ilgilidir. Savaşın başlangıcında ve devamında İsrail kesin hava üstünlüğüne sahipti. İran’a saldırıda akıllı mühimmat yüklü 4,5/5. nesil bombardıman uçakları; tanker uçakları, erken ihbar uçakları, elektronik taarruz uçakları, düşman hava savunmasının baskı uçakları ve av uçakları destekli görev paketi halinde uçmuşlardır. Bilindiği kadarıyla 12 günlük görev süresince uçak kaybı vermemiştir. Gerek İsrail'in ve gerekse ABD'nin yaptığı hava harekatlarında taarruzi hava gücünün görünmezlik özelliği yanında, görev paketinde çeşitli himaye ve destek unsurları bulunmaktaydı. Bu yetenekler muhasım hava savunmasını bastırmış ve köreltmiştir. Bir havacı için alınabilecek en önemli ders işte bu alandadır. Hava üstünlüğünü sağlamak için geleceğin hava gücü bu yeteneklerle donatılmalıdır.

Savaş havada cereyan etti, bu bir ilk...

Savaş stratejileri, taktikleri açısından hangi ilkler yaşandı? Sizin için yenilik taşıyan, sürpriz olan hangi yönleriydi? Bir benzeri var mıydı bu savaşın geçmişte?

Bu savaş havada cereyan etti, kara ve deniz boyutu yoktu. Böylesi de bir ilkti. İran İsrail’in hava gücünü bilmesine rağmen hava gücü ve anavatan hava savunmasını zayıf bırakmış, balistik füze gücüne fazla güvenmiştir. Oysa bu gücün de zafiyetleri vardır. Birincisi fırlatma rampa sayısı, ikincisi hedefe isabet oranı düşüklüğü ve üçüncüsü klasik patlayıcı başlığının tahrip gücünün düşüklüğü. İsrail balistik füze savunmasının zafiyeti ise aynı anda gelen çoklu füzelerin tümünü aynı anda önleyememesidir. Bu nedenle İsrail ilk günlerde fırlatma rampalarını imha ederek aynı anda atılabilen füze sayısını düşürmeyi hedeflemiş ve başarmıştır.

Harekâtın özü istihbarat ağı ve teknoloji

Bu savaşta en çok göze çarpan şey İsrail istihbarat ağının yıkıcı gücü olmuştur. Mossad’ın ve İsrail askeri istihbaratının uzun yıllardır süren çalışmalarıyla, önceden yerleştirilmiş eylem hücreleri ve İran’ın içinde kurduğu gizli bir SİHA üssü hava harekatıyla eş güdümlü olarak İran’da sabotaj eylemleri ve suikastler yapmıştır. Bu durum İran için çok büyük bir güvenlik açığı olmuştur. Hava harekatın başlangıcı ile birlikte önce 20’den fazla lider ve nükleer bilim adamı öldürmüş, bazı füze fırlatma rampaları ve SAM sistemleri tahrip edilmiştir. Aslında yapılan bazı savaş planlarında yer alan ve muhasım bölgede yumuşatma amaçlayan “özel kuvvet” harekatına benzemekte olmasına rağmen galiba bu çapta yapılan ilk ve başarılı uygulamaydı. Bu harekatın özünü istihbarat ağı ve teknoloji oluşturmaktadır. Görüldüğü kadarıyla bir ilktir. Lübnan Hizbullahı lider kadrosuna kurulan “çağrı cihazı” tuzağı da buna bir örnektir.

Savaş alanında 5. nesil uçağın önemi kanıtlandı

Sizce şu an dünyanın muhtelif ülkelerinde hava kuvvetleri karargahlarında, kurmay subay yetiştiren akademilerinde, askeri-strateji konuları üzerinde çalışılan düşünce kuruluşlarında İsrail ile İran arasındaki 12 gün hava savaşı üzerinde hangi sonuçlar çıkartılıyordur? Alınması gereken ne gibi dersler var? Mevcut doktrinler bu savaştan nasıl etkilenecek?

Sınır komşusu olmayan iki ülkenin sadece hava savaşı yapmasından bahsediyoruz. Burada ilk dikkat edilmesi gereken “harbin hedefinin” doğru belirlenmesidir. Hava harbinin kapasitesinden büyük hedef belirlenmesi başarısızlıkla sonuçlanabilir. İsrail, nükleer tesisleri imha etmeyi ve rejim değişikliğini tetiklemeyi hedeflemiştir. Kanımca ikisi de tam başarılamadı. İsrail’in yerin 65-80 metre derinliğindeki bir tesisi imha edecek bir mühimmatı yoktu. Sadece giriş kapılarını ve bazı kolaylıklarını tahrip edebilmiş, bilim insanlarına suikast yaparak programı sekteye uğratabilmiştir. Diğer yandan rejim değişikliğini tetiklemek için bazı hedeflere taarruz etmesine rağmen görünürde bu süreci de başaramamıştır. Böylesine büyük amaçlar için en azından yerinde önceden hazırlanmış vekil silahlı güçler gerekecektir. IŞİD mücadelesi benzerinde olduğu gibi hava gücü onların işini kolaylaştırabilirdi.

Diğer yandan salt balistik füze yeteneğine güvenerek savaşın kazanılamayacağı aşikar olmuştur. Kitle imha silah başlığı olmayan ve sadece klasik başlıklı balistik füzelerinin, yukarıda özetlediğim gibi oldukça kısıtları bulunmaktadır. Kaldı ki bu füzelere yönelik güçlü ve fakat çok pahalı füze savunma sistemlerinin bulunduğu bir harekat alanında sonuç almanız imkansıza yakın olacaktır.

Alınabilecek en önemli ders hava gücünün 5. nesil seviyeye yükseltilmesi ve bu gücün tüm destek (Tanker, elektronik savaş, havadan erken ihbar, yakın eskort, düşman hava savunmasının bastırılması) unsurlarıyla desteklenmesidir. Böylesi bir hava gücü her ortamda ve zayiat vermeden görev yapar ve harbin kazanılmasına katkı sağlar. Fazla detaya girmeden siber savaş, akıllı mühimmat ve yapay zeka takviyeli karar destek sistemleri, yine yapay zeka destekli insansız savaş uçaklarının kuvvet çarpanı olacağı daima göz önünde bulundurulmalıdır. Bu savaşta söz konusu sistemlerden sadece insansız savaş uçakları yer almamış, ancak daha küçük çaplı SİHA’lar ses getirici görevler yapmıştır.

İran'ın hava gücünde emir komuta birliği yok

Göze çarpan önemli bir nokta, İran’ın hava savunma sistemlerinin zayıflığıydı. İran, İsrail savaş uçaklarını, füzelerini ve insansız savaş araçlarını önlemede etkili bir savunma sergileyemedi. İran hava savunmasının bu kadar zayıf çıkması sizi şaşırttı mı? İran tarafında sizce sorun neredeydi?

İran’ın hava gücünün zayıflığı bilinen bir gerçekti. Savaş uçaklarının (F-14, F-4, F-5, Mig-29 vs.) çoğu 2. nesil ve oldukça eski ve faaliyet oranı düşüktü. Nükleer tesis gibi hayati hedeflerin hava savunması da oldukça eski ve yetersizdi. Asıl şaşırtıcı olan ve hatta sorunun kaynağı olan etken de İran’daki hava gücü ve hava savunma gücündeki çok başlılıktır. Düzenli İran ordusunun kara, deniz, hava ve hava savunma komutanlıklarına paralel olarak, Devrim Muhafızlarının da kara, hava, deniz ve hava savunma komutanlıkları bulunmaktadır. Zaten zayıf olan gücün “emir komuta birliği” dışında, çok başlı olarak kullanılması etkiyi daha da düşürmüştür. Özellikle entegre bir yapı içinde olması gereken hava savunma gücünün dağınık kullanılması beklenen etkiyi sağlamamıştır. S-300 gibi daha etkin olması beklenen hava savunma sistemi bildiğim kadarıyla Devrim Muhafızları bünyesindedir ve kullanım konsepti hakkında bilgimiz bulunmamaktadır. Emir komuta birliği olmayan bir hava gücü ve hava savunma gücü kaybetmeye başta mahkum olur.

Diğer yandan, İran’ın tüm hava gücünün “emir-komuta” birliği sağlanmış olsa bile, sabotajlarla, hava taarruzları ile ve İsrail hava gücünün sahip olduğu her türlü elektronik baskılarla bu sistemler köreltilebilmiştir. Bu sonucun oluşmasında entegrasyondan uzak emir-komuta ve elektronik karşı tedbirler eksikliği etkili olmakla birlikte, esas etken İsrail hava gücünün sahip olduğu üstün “hava savunma sisteminin baskılanması” yeteneği olmuştur.

Hava savunma sistemleri için yüzde yüz başarı beklentisi doğru değil 

İsrail makamları da hava savunma sistemlerinin mükemmelliği konusunda büyük bir özgüven içinde görünüyorlardı. Ama İran füzeleri ve sınırlı sayıda olmakla birlikte dronlar da pekala bu iddialı hava savunma sistemini aşıp bazı İsrail hedeflerini vurabildi? Bu açıdan İsrail’in hava savunmasını nasıl değerlendirdiniz?

Hava savunma sistemlerinin yüzde 100 başarılı olacağı beklentisi doğru değildir. İsrail hava savunması aslında iki ayrı katmandan oluşur. İlk katman balistik füze önleme sistemleri ARROW-2/3 ve ABD desteklerinden oluşur. Bu sistemin görevi sadece balistik füze önlemesi yapmaktır. Bu sistemin etkin çalışabilmesi için İsrail’in İran balistik füzesinin rampasından çıktığı andan itibaren haberdar olması elzem olmaktadır. Bunu için ABD desteğine ihtiyacı var. Uzayda konuşlu ABD uyduları atılan füzeyi, muhtemel varış noktası dahil bildirebilmekte ve savunma sistemlerinin hazır olmasını sağlamaktadır. Gelmekte olan balistik füzenin İsrail savunma sistemi tarafından çok erken teşhis edilmesi önlem temposunu artırır. Bunun için de bölgedeki ABD radarlarından bilgi aktarılması şaşırtıcı olmamalıdır. Bu alanda en kritik nokta aynı anda gelmekte olan balistik füze sayısıdır. Örneğin, aynı anda 10-15 balistik füzeyi önleyebilen bir hava savunma sistemi aynı anda 20-30 füzeyle karşılaştığında önleyemediği füzeler hedefine varacaktır. Bu nedenle İsrail harekatın ilk gününde füze fırlatma rampalarını vurarak aynı anda atılabilen balistik füze sayısını azaltmayı hedeflemiştir. Balistik füze savunma konseptinde yer alan “counter force operation” olarak bilinen füze rampalarının vurulması harekatına, ilk kez bu harekatta şahit olduk. Elbette mobil rampaların tümünü vurmak mümkün olmamıştır. Ayrıca unutulmamalıdır ki hipersonik füzelerin önlenebilmesi oldukça güçtür. Bildiğimiz kadarıyla İran bu füzeleri de kullanmıştır.

 İsrail hava savunma sisteminin ikinci katmanı “Davud Sapanı” ve “Demir Kubbe”den oluşmaktadır. Bunlar kısa menzilli roketlerin, uçak, dron ve seyir füzelerinin önlenmesi içindir. Yoğun saldırı olmamasına rağmen bazı dronların kaçırılmış olması bu sistemlerin zafiyetine işaret etmektedir.

İran ve İsrail'in nükleer silahtan arınması Türkiye'nin çıkarına

Bu coğrafyada bulunması bakımından özellikle Türkiye açısından bakarsak, söz konusu savaşın ardından özellikle hesaba katılması gereken faktörler ve durumlar nelerdir? Türkiye hangi sonuçları çıkarmalıdır bu savaştan?

Ortadoğu’daki kavgaların temelinde “ideoloji” ve “İsrail” faktörleri yer almaktadır. Çatışmaların ve hatta nükleer silah yarışının kaynağı da budur. Kanımca Türkiye’nin dikkate alması gereken birinci faktör, bu ihtilaflara doğrudan taraf olmamasıdır. Zira kendisini sonsuz çatışmalar içinde bulabilir. İran ve İsrail dahil Ortadoğu bölgesinin nükleer silahlardan arınması Türkiye’nin çıkarınadır. Ayrıca ABD ve AB desteğini arkasında hisseden İsrail’in 7 Ekim Hamas eylemi bahanesiyle başlattığı ve İran’a kadar uzanan zincirleme eylemleri Ortadoğu’ya yeni bir şekil verme iddiasında olduğunu göstermektedir. Bu eylemler “arz-ı mevut” (vaat edilmiş topraklar) iddialarını güçlendirici niteliktedir. İsrail’in Suriye’nin parçalı kalması için Dürziler’i himaye etmesi, Suriye güneyinde en azından Fırat’a dayanan ve kendisi için serbest bir koridor açma gayreti, İsrail’in SDF/YPG ile de ittifak içinde olması olasılığını güçlendirmektedir. İşte bu resim yaşadığımız coğrafyada hesaba katmamız gereken ikinci faktördür.

Ülkemiz balistik füze savunmasına sahip olmalı

Savaşın oluş şekli bakımından Türkiye’nin elbette çıkaracağı çok önemli dersler var. Öncelikle hem balistik füzelerin, hem de iyi donanmış modern bir hava gücünün menzil ve coğrafi sınırlara bağlı olmaksızın, herhangi bir coğrafyada harekat yapabileceğini gördük. Ankara ya da İstanbul gibi merkezlere balistik füze düştüğünü tahayyül etmek bile istemiyoruz. Bu bağlamda Türkiye yüksek şiddetli tehdit ortamında etkin harekat yapabilen bölgesel etkin modern bir hava gücü, tam entegreli konvansiyonel hava savunma sistemi yanında balistik füze savunmasına da sahip olmalıdır. Bu gücün bölgedeki güçlerden üstün olması sadece tercih değil, zorunluluktur.

Hava savunmasında önemli mesafe kat ettik

Bir varsayım olarak sormamız gerekirse… Bu savaşta hem İsrail’in hem de İran’ın saldırı amaçlı yeteneklerini yakından izledik. Nereden ateşlendiği sorusundan bağımsız olarak, Türkiye’nin 2025 yılı itibarıyla mevcut hava savunma sistemleri bir bütün olarak bu nitelikteki yeteneklerin yaratacağı tehditleri önlemek bakımından ne kadar yeterlidir? Bunu tehdidin kayrağı itibarıyla kısa, orta, uzun menzilli olması ve ayrıca alçak ve yüksek irtifa katmanları açısından değerlendirebilir misiniz? Sizce –eğer varsa- iyileştirme gereken alanlar nelerdir?

En başta Türkiye’nin ne Suriye, ne Irak, ne İran ve ne de İsrail olmadığını belirtmeliyim. Hava savunmamızın İran benzeri zayıf bir savunma sistemi olmadığını söylemem gerekir. Yine aynı şekilde salt balistik füze savunması bakımından İsrail’in sahip olduğu sisteme benzer bir sisteme halihazırda sahip olmadığımızı da söylemeliyim. Türkiye yıllar önce genel hava savunması için öncelik konvansiyonel tehditlere yönelik olmak üzere “Uzun Menzilli Bölge Hava ve Füze Savunması” projesi başlatmıştır. Bu proje konvansiyonel tehditlere (Uçak, İHA, seyir füzesi vs.) yönelik olacağı gibi, aynı zamanda balistik füzeleri de önlemeye yönelikti. Hazır alım ve/veya yerli geliştirme opsiyonları açık projede, yerli geliştirme yöntemi ön almış ve henüz balistik füze önlemesi yeteneği olmayan, konvansiyonel hava savunma sistemi (150+ km.) alanında çok önemli mesafeler katedilmiş, sistem teslimleri başlamıştır.

Türkiye ayrıca 2000 yılı başından itibaren nokta hava savunması için kısa/alçak irtifa hava savunma füzeleri ile orta menzil ve irtifalarda etkin nokta ve bölge hava savunma füzelerini de geliştirmiştir. Bu sistemler kara, hava, deniz birimlerince kritik nokta ve bölgelerin hava savunması için kullanılmaktadır.

Türkiye'nin başlattığı 'Çelik Kubbe' girişimi son derece isabetli

İşte bu noktada İran benzerinde olduğu gibi hava savunma sistemlerinin “emir komuta” birliği dışında kullanılmasından kaçınmak gerekmektedir. Bu alanda başlatılan “Çelik Kubbe” girişimi son derece isabetli olmuştur. Türkiye’nin genel hava savunmasından sorumlu Hava Kuvvetleri, uzun menzilli radarlar ve Havadan Erken İhbar ve Kontrol (HİK) uçakları sayesinde Türkiye’nin ve civarının 7/24 hava resmini oluşturur, dost-düşman ayrımını sağlar. Bu resim hem Türkiye’nin genel hava savunması için kullanılır, hem de bölge ve nokta savunma sistemlerine aktarılarak reaksiyon için kullanılır. Yani Türkiye’nin genel-bölge ve nokta savunma sistemleri tam ya da tamamlanmak üzeredir. Dolayısıyla etkin bir konvansiyonel hava savunma gücümüzün olacağını vurgulamak isterim.

Üst katman balistik füze savunmasında NATO dayanışması önemli

İsrail benzeri etkin bir balistik füze savunma sistemimizin olması için öncelikle “tehdit” analizinin doğru yapılması gerekir. Kanımca Türkiye’nin öncelikli ihtiyacı etkin ve entegre olmuş uzun menzilli konvansiyonel hava savunma sistemidir. Konvansiyonel genel hava savunması mimarisinin tamamlanmasından sonra sanırım sıra bu sisteme de gelecektir. Ancak bu konunun NATO dayanışması içinde yeri çok büyüktür. Bildiğim kadarıyla bu alanda Avrupa kaynaklı “konsorsiyum” (EUROSAM) konsepti içinde geliştirme projesi de Türkiye’nin gündemdedir. Balistik füze savunma sisteminin önemli bileşenleri: İhbar-ikaz Sistemi, alçak katman aktif savunma sistemi, üst katman aktif savunma sistemi ve kesintisiz iletişim.  Balistik füze ihbar ve ikaz sistemini NATO’ya ABD sağlar, NATO bu bilgileri eş zamanlı olarak üye ülkelere dağıtır. Alçak katman aktif sistemleri (Örneğin Patriot) sadece 1000 km. menzilli balistik füzeleri önler. Üst katman aktif sistem ise balistik füzeyi uzaydayken veya atmosfere girerken önler. (Örneğin THAAD- Bölge Yüksek İrtifa Hava Savunması). Teorik olarak 1500-3000 kilometre menzilli bir balistik füzeye karşı başkenti korumak isterseniz size bu sistem gerekli olur. NATO standartlarına göre alçak katman savunması ulusal sorumluluktadır. Diğer sistemler NATO dayanışması konusudur.

Türkiye'nin balistik füzelere karşı güvenliği NATO'ya mı emanet?

Bu durumda Türkiye’nin kendisine dönük üst katman balistik füze tehdidine karşı güvenliği büyük ölçüde NATO’ya emanettir diyebilir miyiz?

NATO entegre hava ve füze savunma planlarında Patriot gibi alçak katman sorumluluğu ülke sorumluluğundadır. Ancak ihbar ikaz sistemleri dahil üst katman savunması sadece Türkiye’nin değil, bütün NATO ülkelerinin üst katman savunması NATO bünyesindedir. Ama her ülke kendi üst katman savunmasını geliştirmek konusunda serbesttir. Bununla birlikte henüz bunu kendi başına başarabilmiş olan ABD dışında hiçbir ülke yoktur. Biz de NATO’nun bu alandaki güvencesinden yararlanmak istiyoruz. Bir anlamda ABD Rusya’dan kaynaklanacak bu nitelikteki bir tehdit karşısında bütün müttefiklerin üst katmanda savunmasını THAAD ve SM-3 sistemleriyle üstlenmiş bulunmaktadır. Ankara ya da İstanbul’a düşebilecek bir balistik füzeyi alçak katman silahlarıyla önleyemezsiniz. Üst katman savunması gereklidir. Milli olarak geliştirinceye kadar NATO dayanışmasından yararlanmak, Türkiye’nin doğal hakkıdır sanırım.

Unutulmamalıdır ki, Türkiye de ittifak dayanışması çerçevesinde havada, karada, denizde NATO görevlerine önemli katkılar sağlamıştır ve sağlamaya da devam etmektedir. Böylesi bir dayanışma içinde Türkiye’nin de NATO’nun imkanlarını kullanması zaten olması gereken bir durumdur. NATO’nun varlık sebebi budur. Örneğin Suriye krizinde ABD, İspanya, Hollanda ve Almanya Türkiye’ye hava savunmasına katkı sağlamak amacıyla Patriot, İtalya ise SAMP/T bataryaları gönderdiler. İspanya’nın Patriot bataryası halen İncirlik’te görev yapmaya devam ediyor.

Türk Hava Gücü'nün görev yaptığı her alanda kesin etki sağlama gücü var

Açık kaynak bilgilerini esas aldığımızda, (hava savunma yetenekleri dışında) benzer bir değerlendirmeyi Türkiye’nin hava taarruz yetenekleri, bunun ateş gücü, menzili, derinliği bakımından yapabilir miyiz?

Bazı ülkeler güç geliştirmesinde hava gücüne öncelik ve ağırlık vermektedir. Örneğin Ortadoğu’da İsrail ve Suudi Arabistan böyledir. Türk hava gücü böylesine resmi/yasal bir önceliğe sahip olmamasına rağmen küresel askeri güç dengesi hesaplamalarında Türk hava gücünün bu ülkelerle eşit veya üstün olması yanında, İngiltere, Fransa, Almanya ve İtalya hava gücünden daha üst seviyede olduğu görülmekteydi. Ancak son dönemlerde bu ülkelerin edinmekte olduğu 5. nesil savaş uçakları dengeyi değiştirmeye başlamıştır. Hava gücünün taarruzi yeteneği sadece uçak sayısı ile ölçülmemelidir. Taarruzi yetenek kuvvet çarpanları olarak adlandırılan destek unsurlarıyla katlanabilir. Örneğin menzil sınırı olmaksızın harekat için tanker desteği, durumsal farkındalık için havadan erken ihbar desteği, kuvvet koruma için elektronik harp yeteneği, muhasım (hasım/düşman) hava savunma sisteminin baskılanması yeteneği, etki artırıcı orta ve uzun menzilli akıllı mühimmat, taarruzi insansız savaş uçağı katkısı, uydu haberleşmesi dahil kesintisiz iletişim yeteneği ve hepsinin üzerinde eğitimli personel gereklidir. Türk hava gücü tüm bu imkanlara sahiptir. Menzil kısıtlaması olmaksızın görev yaptığı her alanda kesin etki sağlama gücü vardır. 

5. nesil milli muharip uçak bizim kutup yıldızımız

5. nesil savaş uçağı eksikliğinin bu güce olumsuz etkisi olup olmayacağı konusuna gelince... Gerçek şudur ki, 5. nesil savaş uçağının bulunduğu bir harekat ortamında dengeler değişir. Zaten 2002 yılından itibaren Hava Kuvvetleri F-35 Programı’nın içinde olmasına rağmen, 2010’lu yıllarda 5. nesil milli muharip uçak projesi de başlatmıştır. Bu hassasiyet 5. nesil savaş uçağına olan ihtiyaç ve güveni açıklamaktadır. Son günlerde detaylarını bilemeyeceğim çok ciddi girişimler olmaktadır. 4,5 nesil F-16 tedariki ve mevcut uçakların aynı seviyeye yükseltilmesi, aynı seviyedeki Eurofighter alımı ve F-35 programına dönüş adımları atılmaktadır. Her biri bölgesel güç potansiyelini artırır. Amacın denge sağlamak ve hatta üstünlüğü muhafaza etmek olduğunu düşünüyorum. Hava gücünün vazgeçilmez hedefi ise 5. nesil milli muharip uçaktır. O bizim kutup yıldızımızdır.

İnsansız savaş uçaklarında devrim yaratılıyor, yeni konseptte onlar savaş pilotlarının 'sadık kol uçucusu'

Son dönemde sıkça drone’ların muharip uçaklara duyulan ihtiyacı azalttığı, zamanla daha da azaltacağı şeklinde değerlendirmeler yapılıyor. Eski bir F-16 pilotu ve eski bir hava kuvvetleri komutanı olarak bu görüşleri nasıl karşılıyorsunuz?

Dronlardan muharip insansız savaş uçağını kastettiğinizi anlıyorum. Bu sistemler insanlı savaş uçaklarının yerini almasından ziyade hava gücü için mükemmel bir “kuvvet çarpanı” olacağı kanaatindeyim. Bu sistemleri geliştirenlerin bir devrim yaratmakta olduklarını teslim etmek gerekir.

İnsansız Savaş Uçaklarının muharebe sahasında kullanımı konusunda farklı görüşler söz konusudur. İlki bu uçakların doğrudan savaşa gönderilip yerden “insan” kontrolünün muhafaza edilmesidir. Diğer bir yöntem ise 5. veya 6. nesil insanlı savaş uçakları kontrolünde “loyal wingman” (sadık kol uçucusu) olarak paket halinde müşterek görev yapmasıdır. Bu konseptte insansız savaş uçağına görevi kol lideri verir. Üçüncü bir yöntem daha farklı bir yol izlemektedir. Yeni geliştirilmekte olan 6. nesil insanlı savaş uçağının aynı zamanda insansız savaş uçağı olarak kullanılabilmesidir. İngiltere’nin geliştirmekte olan 6. Nesil uçağının bu konsepte göre geliştirilmekte olduğunu duyuyoruz.

Muharebe sahasının karar vericisi insan olmalıdır. Buna modern harekatta “man-in-the loop” (insan kontrollü) konsepti denilmektedir. Nihai kararın insan tarafından verilmesi anlamına gelir. Bir örnek olmak üzere; 1000 kilometre derinlikte ve 30 bin feet irtifada (çoklu uçakla paket halinde) görev yaparken, muharebe sahasındaki insanın kararıyla, bin kilometre geride ve yerdeki “man-in-the loop” kararının aynı olmayacağını düşünüyorum.

2040'larda savaş uçaklarımızın yüzde 30'u insansız olmalı

Başlangıçta 5. nesil milli muharip uçak projesi “loyal wingman” konseptine göre geliştirilmesi öngörülmüştü. Buna göre bir insanlı 5. nesil uçağın kolunda örneğin 2-3 adet insansız savaş uçağı “loyal wingman” olarak uçacak, bu uçaklar liderin verdiği hava savaşı görevleri yapacak. Şu andaki durum hakkında bilgim yok, ancak mümkün olan bir yöntemdir. 2024 yılında Kırmızı Kedi yayınevinin yayınladığı “Güç Mücadelesinde Türkiye” adlı kitabımda, Türk hava gücünün 2030’lardaki savaş uçağı sayısının yüzde 15’nin subsonik ve süpersonik insansız savaş uçağından oluşmasını, 2040’lardaki savaş uçağı sayısının yüzde 30’unun süpersonik insansız savaş uçağından oluşmasını önermekteyim.

O zaman ABD Patriot talebimize cevap vermeyince tek alternatif olarak Rusya'nın S-400'ü kaldı

Son savaş, hava savunma sistemleri çerçevesinde yüksek irtifadaki uzun menzilli sistemlerin önemini özellikle ortaya koydu. Türkiye de Rusya’dan aldığı S-400 hava savunma sistemlerine sahip. Ama bu sistemler operasyonel değil. S-400’ler mevcut hava savunma sistemlerine entegre edilebilir mi? Yıllardır “Bu sistemleri almak iyi mi oldu, kötü mü oldu?” soruları üzerinden devam eden S-400 tartışmasına siz nasıl bakıyorsunuz?

Türkiye’nin ve civarının “genel hava savunması” sorumluğu Hava Kuvvetleri’ne verilmiştir. Bu bağlamda tüm erken ihbar radarları, havadan ihbar ve kontrol yeteneği, tüm orta ve uzun menzilli hava savunma sistemleri ile merkezi komut-kontrol yetenekleri Hava Kuvvetleri bünyesinde toplanmıştır. Yukarıda da bahsettiğim gibi Hava Kuvvetleri 2005 yılında eskiyen uzun menzilli NİKE hava savunma füzeleri yerini almak üzere, “Uzun Menzilli Hava ve Füze Savunma Sistemi Projesi” başlatmıştır. Adından da anlaşılacağı üzere bu sistem çift fonksiyonludur. İlki uçak, seyir füzesi ve İHA gibi hava soluyan hedeflere yönelik uzun menzilli konvansiyonel hava savunması, ikincisi balistik füze Savunması. Savunma Sanayi Müsteşarlığı, Savunma Sanayi İcra Komitesinin de onayını alarak, teknoloji transferini önceleyen hazır alım yöntemini benimsemiştir. Aranan özelliklerde dünyada hazır üç sistem vardı. Patriot, S-400 ve PD-2000 (Çin) sistemleri. Avrupa kaynaklı sistem henüz geliştirme aşamasındaydı. Yapılan incelemede harekat etkinliği yönüyle S-400 öncelik almaktaydı. Ancak tedarik makamı uzun müzakereler sonunda gerek fiyat ve gerekse teknoloji transferi bağlamında en kabul edilebilir sistem olarak Çin sistemini tercih etti. Bilinen süreç sonunda bu sistemden vazgeçildi. Ancak ihtiyaç bir gerçekti. Hava Kuvvetleri’nin acil ihtiyacı için iki filoluk hazır alımı, gerisinin ise milli geliştirme veya Avrupa kaynaklı konsorsiyum ile karşılanmasını öngören yeni bir yöntem belirlendi. Yeniden başlatılan tedarik sürecine ABD tarafı cevap vermedi. Tek alternatif S-400 kalmıştı. Bu aşamadan sonrasındaki safha bildiğim kadarıyla siyasi süreç içinde evirilmiştir.

S-400’lerin balistik füze savunma yeteneği oldukça kısıtlı 

“İyi mi oldu kötü mü oldu” sorusuna cevap sürecin kendisinin içinde yatmaktadır. İlk adım olarak böylesi bir sistemin NATO’ya entegreli bir hava savunma sistemine dahil edilmesinin mümkün olmayacağından hareketle, “stand alone” (müstakil) konseptine uygun kullanılabileceği kabul edildi. NATO çevrimi dışında “stand alone” kullanımının etkin olabilmesi için kendi milli radarlarımızla ayrı bir çevrim oluşturulması düşünüldü. Bunu için de S-400 sistemine entegrasyon arayüzleri ve milli dost-düşman ayırım sisteminin entegrasyonu öngörüldü. Ancak bu tür teknik düzenlemeler bildiğim kadarıyla ikinci S-400 sistemine kaldı. Yine bildiğim kadarıyla bu da gerçekleşmedi. Halen tek sistem faal olarak, operasyonel entegrasyon olmaksızın muhafaza edilmektedir. Ayrıca “stand alone” gereği mevcut sistemin Balistik Füze Savunma Yeteneği oldukça kısıtlı olacaktır.

S-400’ler Yahudi ve Yunan lobilerine bahane oldu

Esas sorun S-400’ün sebep olduğu iddia edilen sonuçlardır. S-400’ler F-35 Programı’ndan çıkarılmaya gerekçe olarak kullanıldı. Bence asıl sorun bu değildi. Hem İsrail ve hem Yunanistan bu projeye şiddetle karşıydı. ABD Senatosu’nun en şiddetli Türkiye karşıtlığı dönemine rast geldi. Yahudi lobisi ve Yunan lobisi etkin oldu ve S-400 de sağlam bir bahane oldu. ABD NATO sistemlerine entegre edilemeyeceği, F-35’in görünmezlik yeteneğinin S-400 tarafından deşifre edilebileceği gibi iddialar ileri sürmektedir. Oysa hali hazırda İsrail’in ve kuzey ülkelerinin F-35 uçakları S-400 sisteminin etki alanında uçmaktadır. Aslında tüm bu kaygıların taktik ve teknik çözümleri vardır. Ancak sorun “suyumu bulandırıyorsun” noktasında düğümlenmektedir. Sonuç olarak eğer ikinci S-400 filosu alınamayacaksa ve entegrasyon arayüzleri sağlanamayacaksa mevcut S-400’ün F-35 önünde engel olması önlenmelidir. Ancak, ulusal onurumuzu koruyan ve ABD yönetimini tatmin eden bir yöntem bulunsa dahi, Senato’dan Türkiye’nin F-35 Programı’na dönmesine izin çıkmasının riski yüksek görünüyor. Çünkü İsrail ve Yunan lobilerinin yine etkin olacağı kanaatindeyim. Belki ABD tarafı daha farklı ve büyük tavizler talep edebilecektir.

Türkiye'nin Yunanistan ve İsrail ile dengeli veya üstün hava gücüne sahip olması zarurettir

Yunanistan’ın yakın zamanda ABD’den 5’inci nesil F-35 savaş uçakları alması bekleniyor. Bu durumda sizce Türkiye ile Yunanistan arasındaki havadaki askeri güç dengesi nasıl şekillenecektir? Türk Hava Kuvvetlerinin 5’inci nesil yetenekleri kazanabilmesine kadar geçecek dönemde Türkiye açısından bir zafiyet ortaya çıkabilir mi?

Ancak salt S-400 bağlamındaki sorunların halledilmesi ile F-35 Programı’na tekrar dahil olmayı şahsen tercih ederim. Bunu söylerken amacım şudur: Programa 100 + uçakla ortaklığın aynısına dönmekten bahsetmiyorum. Belki örneğin 40 uçaklık bir paket çok şey değiştirmeye yeterli olacaktır. Harekat alanında hangi sistemin daha etkin olacağına havacı uzmanlar karar vermelidir.

Türkiye hem batı komşusu ile hem de güneyde etkin olan İsrail hava gücü ile en azından dengeli veya üstün hava gücüne sahip olmasının bir zaruret olduğunu belirtmiştim. Ayrıca istenmez ama olası muhasamatta (çatışma) Türkiye’nin gücü sadece hava gücü değildir. Deniz gücünün üstünlüğünü de hesaba katmak gerekir. Kabul etmek gerekir ki 5. nesil savaş uçaklarının muharebe sahasında oyun değiştirici etkisi vardır. Saygın bir ülke hava gücü stratejisi oluştururken daima “tehdit” unsurunu dikkate alır. Eğer muhtemel muhasım hava gücü 5. nesil yeteneğe sahipse, sizin de en azından bu güce sahip olmanız gerekmektedir. Bu nedenle kendi milli muharip uçağımız operasyonel oluncaya kadar, en doğrusu aradaki boşluğu kapatacak kadar F-35 tedarik yolunun açılmasıdır.

F-35’lerin olmaması her şeyin bittiği anlamına gelmez 

Ancak bunun gerçekleşmemesi her şeyin bittiği anlamına gelmez. Türkiye bu alanda çeşitli seçeneklere sahiptir. Öncelikle batı komşusu ile olabilecek bir muhasamat hem havada hem de denizde cereyan edecektir. İki sınır komşusu ülkenin güç kompozisyonları devreye girecektir. Diğer yandan Eurofighter ve F-16 Blok 70 tedariki, uzun menzilli akıllı mühimmat, insansız savaş uçakları ve yine uzun menzilli hava savunma sistemi sahada etkin olacaktır. Ayrıca, burada sayamayacağım en az beşten fazla çeşitli teknik ve taktik tedbirlerle 5. nesil uçakların etkileri minimal seviyeye indirilebilecektir. Hindistan’ın 4.5 nesil Rafale uçaklarına karşı Pakistan 4. nesil F-16’larının nasıl etkili olduğu akılda tutulmalıdır.

Birçok ülkenin nükleer silaha yönelmesi doğal ancak şartlar çok değişti

Bu savaşın tetiklediği bir tartışma daha var. Yapılan yayınlarda şu görüş sıkça vurgulanıyor: “Eğer İran nükleer silaha sahip olsaydı, bu yeteneği İsrail’i kendisine karşı saldırıya kalkışmaktan caydırırdı. Dolayısıyla bu durum, birçok ülkeyi nükleer silaha sahip olmaya yöneltecektir...” Bu yorumlara itibar ediyor musunuz? Türkiye’de -açık kaynaklarda da zaten gizli olmayan bir gerçek- İncirlik üssünde ABD’nin atom başlıklarının bulunması, bu caydırıcılığı sağlamaya yeterli midir?

Bence İsrail’i saldırıdan caydırırdı. İsrail’in en büyük korkusu, nükleer başlıklı tek füzenin Tel Aviv’e düşmesidir. Çok pahalı balistik füze savunma sistemini kurmasının gerekçesi de budur. Ancak İsrail de biliyor ki, hiçbir savunma sistemi yüzde 100 başarılı değildir. Nitekim bunu son savaşta da gördük. Bu korku İsrail’i tüm nüfusunu koruyacak ölçüde sığınaklar inşa etmeye, sığınaklarda NBC teçhizatı bulundurmaya mecbur bırakmıştır. Özetle İsrail bu kabusu yaşamak yerine İran’ın nükleer silaha kavuşmasını önlemeyi kendisi için “beka” meselesi olarak ele almıştır.

Bu durumun birçok ülkeyi nükleer silaha sahip olmaya yönlendirmesini doğal karşılamak gerekir. Ancak böylesi bir niyetin hayata geçirilmesi tamamen ayrı bir konudur. BM Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması’nı (Nuclear Non-Proliferation Treaty - NPT) İran ve Türkiye dahil 191 ülke onaylamıştır. İsrail, Pakistan ve Hindistan onaylamamış, Kuzey Kore de çekilmiştir. Şu anda bu ülkelerin tümü nükleer silaha sahiptir. Bir ülke nükleer silaha sahip olmak istiyorsa önce Parlamento onayı ile NPT’den çıkmalı, sonra da İran’ın geçtiği yoldan geçmelidir. Bunun da ne kadar zor olduğunu görmüş bulunmaktayız. Hindistan, Pakistan ve İsrail konjonktürün uygun olduğu zamanda ellerini çabuk tutmuşlardır. Ancak o şartlar şu anda çok geride kaldı.

İncirlik'teki nükleer yetenek NATO'nun hasımlarına karşı caydırıcı ama İsraik'e karşı caydırıcılığı şüpheli...

Şahsen etrafımızda nükleer tehdit olduğu sürece, Türkiye’nin de böylesi bir güce sahip olmasını tercih ederim. Çünkü bu silaha sahip olan bir komşu daha buyurgan olur. Ancak böyle bir yetenek geliştirmenin güçlükleri, bu tercihin kullanılması üzerinde yeterince caydırıcı olmaktadır. Hiç olmazsa İncirlik’te böyle bir yetenek var diye düşünebiliriz. Bu yetenek NATO dayanışması altında ve NATO amaçlarına uygun bulundurulmaktadır. Bu bağlamda NATO’nun hasımlarına karşı caydırıcıdır. Örneğin Rusya ve belki de İran’a karşı caydırıcıdır. Ancak silahların salt ABD silahı olduğu, kullanımın da ABD tercihine bağlı olduğu unutulmamalıdır. Bu bağlamda İsrail nükleer silahına karşı caydırıcı olacağı şüphelidir.

Abidin Ünal Kimdir?

Türkiye'nin ilk F-16 pilotlarından

Orgeneral Ünal, 40 yıllık uçuş hizmetinde 20 farklı tipte uçakla 4 bin 380 saat uçuş gerçekleştirmiştir.

 
Emekli Orgeneral Abidin Ünal, Türkiye’nin 31’inci Hava Kuvvetleri Komutanı. 1953 Kayseri Pınarbaşı doğumlu olan Ünal, 1975 yılında Hava Harp Okulu’ndan, 1984 yılında Hava Harp Akademisi’nden mezun oldu. Birçok hava üssünde pilot ve komutan olarak görev yaptı, 1987 yılında kurulan ilk F-16 filosunda uçucu ve öğretmen olarak görev aldı. 1992 yılında İngiltere Hava Kraliyet Akademisi’ne katıldı, 1995 yılında ise Viyana’daki AGİT Daimi Temsilciliğine askeri danışman olarak atandı. 2000 yılında tuğgeneralliğe terfi eden Ünal, 2006-2008 yılları arasında Hava Harp Okulu Komutanlığı görevini yürüttü. 2014 yılında orgeneral rütbesine terfi ederek, aynı yıl Eskişehir’de kurulan Muharip Hava Kuvveti ve Hava Füze Savunma Komutanlığı’nın başına getirildi. Ertesi yıl kuvvet komutanı oldu.

Ünal, büyük çalkantılara, bir darbe girişimine ve sınır ötesi askeri harekatlara sahne olan 2015-2017 yıllarına denk gelen kritik bir dönemde Hava Kuvvetleri Komutanı olarak görev yaptı. 15 Temmuz 2016’da kalkışma gecesi FETÖ’cü darbeciler tarafından İstanbul’da derdest edilip Ankara’daki Akıncı Üssü’ne getirilip burada alıkonan askerler arasındaydı. TSK’nın 2016 Ağustos -2017 Mart ayları arasında Suriye’de gerçekleştirdiği “Fırat Kalkanı” harekatı yine Ünal’ın Hava Kuvvetler Komutanlığı dönemindeki önemli askeri gelişmelerden biridir.

Ünal, 2017 yılında emekli olduktan sonra iki kitap yazdı. Geçen yılın başında yayımlanan “Sivil-Asker İlişkileri/Nasıl Bir Demokratik Kontrol” başlıklı ilk kitabı, ordu üzerindeki sivil kontrolü meselesine odaklanıyor. Ünal, kitabında “sivil kontrol ile demokratik kontrolün aynı şeyler olarak görülemeyeceğini, sivil kontrolün demokrasiden uzak, otoriter sivil rejimleri de kapsayabilen bir tanımlama” olduğuna dikkat çekiyor. Geçen yılın sonunda çıkan “Güç Mücadelesinde Türkiye” başlıklı kitabı ise “Türkiye bir Bölgesel Güç mü veya Büyük Güç müdür?   Türkiye Bölgesel Güç veya Büyük Güç olmalı mıdır?” sorularını tartışan, strateji ağırlıklı bir çalışma. Ünal, halen askerlik kariyeri sırasında tanıklık ettiği önemli olayları anlattığı üçüncü bir kitap yazıyor.

* Bu haber/yazı ve resimlerin eser sahipliğinden doğan tüm hakları Haftalık Yayıncılık Anonim Şirketi’ne ait olup işbu yazı/haber ve resimlerin, kaynak gösterilmeksizin kısmen/tamamen izin alınmaksızın yeniden yayımlanması yasaktır. Haftalık Yayıncılık Anonim Şirketi’nin, 5187 sayılı Basın Kanunu’nun 24. maddesinden doğan her türlü hakkı saklıdır.

Sedat Ergin
Sedat Ergin