2000’li yıllarda hantal ve oligarşileşmiş siyasal partilerin oluşturdukları parlamentarizme karşı, parti örgütlerini atlayarak toplumla direkt ilişki kurabilen liderlerin ortaya çıktığını gördük. Donald Trump’tan Erdoğan’a, Viktor Orbán’dan Jair Bolsonaro’ya bu yeni lider tipolojisinin yaygınlaşmasını sadece “popülist, otoriter, keyfi yöneticilerin hâkim olmaya başladığı süreçler” olarak okumak hata olur
Dünyada ve Türkiye’de siyasal partilere ve siyasetçilere bir tepki var. Partilerin toplumların ihtiyaçlarına cevap vermediği, dar çıkar gruplarının ve profesyonel siyasetçilerin oyun araçlarına dönüştüğüne dair inanç yaygınlaşıyor. Hele günümüzde olduğu gibi sosyal ve ekonomik kriz zamanlarında siyasal parti ve parti elitlerine tepki büyüyor. Parti yapılarının hantallıkları, parti elitlerinin oluşturdukları oligarşik gruplaşmalar, parti örgütlerindeki menfaat ve küçük hesaba dayalı iç çekişmeler, siyasal partiler ile içli dışlı olmayan geniş kesimlerin tepkisini çekiyor. Bu tepki sadece siyasal partilere karşı yoğunlaşmıyor. Siyasal partilerin ötesinde, parlamenter demokrasiye yönelen popüler bir öfkeyi birçok ülkede izliyoruz.
2000’li yıllarda hantal ve oligarşileşmiş siyasal partilerin oluşturdukları parlamentarizme karşı, parti örgütlerini atlayarak toplumla direkt ilişki kurabilen liderlerin ortaya çıktığını gördük. Donald Trump bu yeni lider figürünün belki en önde gelen modeliydi. Trump, gerek kampanyasında gerek dört yıllık iktidarında profesyonel siyaseti hedef aldı, adeta “anti-siyaseti” temsil etti. Böylece toplum kesimlerinin siyasi partilere, parti elitlerine ve profesyonel siyasetin merkezi olan parlamentoya karşı duydukları öfkeyi arkasına aldı. İş o kadar büyüdü ki Ocak 2021’de Trump yanlısı kitleler Cumhuriyetçi ve Demokrat parti ayrımı yapmadan Amerikan Senatosu’nu hedeflerine aldılar ve Capitol Hill’i bastılar. Bu baskın her şeyden önce iki parti sistemi üzerine kurulmuş Amerikan siyasal sisteminin yapısal krizini gözler önüne seren bir girişimdi.
Güçlü yürütme, güçlü lider
Evet, içinde yaşadığımız bu dönemde parti elitizmi ve parlamentarizme olan tepkinin tezahürü, parti siyasetinin ötesinde toplumun belli kesimleri ile dolaysız ilişki kurabilmiş, güçlendirilmiş yürütmeyi temsil eden liderlerin öne çıkması oldu. Trump’dan Erdoğan’a, Modi’den Netanyahu’ya, Orbán’dan Bolsonaro’ya bu yeni lider tipolojisinin yaygınlaşmasını sadece “demokrasiye karşı, popülist, otoriter ve keyfi yöneticilerin hâkim olmaya başladığı süreçler” olarak okumanın hata olacağı kanısındayım. Sormamız gereken başka sorular var: Neden bugün toplumun önemli kesimleri parlamentarizmden ve siyasal partilerden öfke ile uzaklaşıyor ve yürütme erkini güçlendiren liderlere yöneliyor? Hangi sosyal, siyasal, ekonomik, teknolojik ... etkenler yürütmenin, yargı ve yasama karşısında güçlenmesine neden oluyor? Yürütme erki hangi araçlarla yasamadan ve yargıdan parça kopartıyor? Bu süreçte ortaya çıkan çalkantılar siyasal yapıları nasıl şekillendiriyor?
Parlamentarizmin doğuşu ve krizi
Önümüzdeki meseleyi sadece demokrasiye karşı otoriter rejimlerin güçlenmesi olarak görmek yerine siyasal partilerin hâkim olduğu parlamentarizmden tatmin olmayanların bir tepkisi olarak anlamalıyız. Gelişmeleri parti siyasetinin ve parlamentarizmin içinde yaşadığımız yoğunlaşmış krizlere çare bulamayacağına inanan kitlelerin, yürütme gücünü etkin kullanan icracı ve dönüştürücü liderliklere ihtiyaç duyması olarak okursak, sanırım önümüzü daha iyi görürüz. Böyle bir bakış açısı, tazelenmiş bir demokrasi arayışında olanlar için daha gerçekçi bir resim sunar. Böylece demokratik rejimlerin yeniden tesisi yönünde hareketlenen siyasal gruplar, 20’nci yüzyıl parlamentarizmi ve siyasal parti yapılarını restore etmek yerine, toplumsal beklentilere cevap veren daha farklı, zengin ve yaratıcı arayışlara girebilir.
Bugün siyasal rejimlerin bel kemiğini oluşturan partilerin hâkim olduğu parlamenter demokrasinin tarihi iki yüzyılın biraz ötesine gider. Bilindiği üzere İngiltere (1688), Amerika (1779) ve Fransız (1789) devrimleriyle beraber güçlü parlamentolar ortaya çıkar. 19 ve 20’nci yüzyıl boyunca birçok ülkede devrimler yaşanmaya devam eder ve bunun sonucu mutlak monarşiler ya tamamen yıkılır ya da anayasalar ile sınırlanır. 20’nci yüzyılın başlarında, Osmanlı İmparatorluğu dahil, birçok ülkede halkın iradesini savunma iddiası büyük oranda parlamentolara geçer.
Modern anlamda ilk siyasal parti oluşumları da bu süreçle beraber yürür. İngiltere İç Savaşı’na son veren ve anayasal monarşinin çatısını kuran 1688’deki Muhteşem Devrim’den sonra monarşinin yetkilerinin parlamento vasıtası ile sınırlanmasını savunan Whig’ler ile kralın yetkilerini güçlendirerek parlamento ve kabine arasında bir denge kurma fikrindeki Tory’ler Avrupa’da liberal ve muhafazakâr partilerin öncüleriydi. 18’inci yüzyılın sonundan itibaren Avrupa’nın birçok ülkesinde liberal ve muhafazakar partilerin şekillendiği ve iki partili siyasal sistemlerin parlamenter demokratik rejimlerle beraber geliştiğini görmekteyiz. Tüm Avrupa’yı sarsan 1848 Devrimleri’nden sonra ise milliyetçi, cumhuriyetçi ve daha sonra işçi hareketinden neşet eden sosyalist partilerin ortaya çıkması ile parlamenter sistemlerdeki liberal-muhafazakâr dengesi bozulur. Birçok partiden oluşan parlamenter sistemler yaygınlaşmaya başlar. Zamanla bazı ülkeler tekrar iki partili sisteme geçse de ekseriyetle çok partili yapılar devam eder. Aynı zamanda seçim sistemleri şekillenir, ilk önce mülk sahipleri erkeklerin, sonra tüm erkek vatandaşların ve bir süre sonra kadın ve erkek tüm yurttaşların seçme ve seçilme hakkı bir norm olarak dünyanın birçok ülkesinde hâkim anlayış olur.
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra ise çok partili sistemleri yeni bir siyasal kriz vurur. Çok partili parlamenter sistemin kaos ürettiği, toplumsal birliği yok ettiği, karar alma süreçlerini zayıflattığı, reformu engellediği gibi fikirler yaygınlık kazanır. Bu, tek partili rejimlerin oluştuğu dönemlerdir. Devrimci komünist partiler ve Türkiye’deki gibi kurucu cumhuriyetçi partiler parlamentolar üzerinde hakimiyet kurarlar. Parlamentoların gücü azalır. Parti elitlerinin gücü artar. Zamanla partiler oligarşileşir.
Parlamentarizme tepki
Ama bu dönemin diğer belirleyici olgusu halk tarafından direkt seçilen güçlü liderlerdir. Aslında halkın liderini seçmesi uygulamasının kökleri 19’uncu yüzyılın başına ve ortasına gider. Fransa’da I. Napolyon ve III. Napolyon’un halk tarafından seçimi aslında halkın iradesini temsil etme iddiasındaki parlamentolara karşı bir tepkidir. Bir türlü karar alamayan, kendi içinde sürekli kaoslar yaşayan parlamentolara karşı, reform iddiasındaki liderin halk tarafından seçilmesinin en dramatik örneği Almanya’daki Weimar rejiminin sonucu Adolf Hitler’in 1934’te halk tarafından coşkuyla seçilmesidir.
Bu dönemde, başta Carl Schmitt gibi Almanya merkezli siyaset ve hukuk felsefecileri, liberalizm ve parlamentarizm eleştirisi üzerinden olağanüstü zamanlarda ulusun iradesiyle istisnai yetkilerle donanmış liderlerin gerçek milli-demokratik iradeyi temsil ettiği tezini işlerler. Birçok yönüyle, bugün yaşadığımız ve parlamentarizmin ikinci büyük krizi diyebileceğimiz bu çalkalanmanın ilk perdesi işte 1920 ve 30’larda yaşanmış, bu konudaki teorik çerçeve bu dönemde çizilmiştir diyebiliriz.
Yeniden toparlanma
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, çift kutuplu dünyada ABD merkezli Batı bloku dünyaya yeni bir model sunar. Bu dönemde temel amaç istisnai yetkilerle donatılmış yürütmeyi sınırlamaktır. Çok partili sisteme dönülür. Avrupa solu burjuva demokrasisi modeli içinde bir nevi evcilleştirilir. Diğer yandan güçlü parlamentarizmi dengeleyecek kuvvetli bürokratik-askeri yapılar şekillenir. Keynesyen ekonomik model içinde etkili bir mali-bürokratik kurgunun oluştuğu bir iktisadi sistem oluşur. Doğu Bloku’nda ise tek partili sistemler güçlerini devam ettirirler. Üçüncü dünyada çok partili, tek partili, ya da 1930’ların Avrupa’daki örneklerine benzeyen milliyetçi diktatörlüklerden oluşan melez modeller gelişir.
1980’lerde Soğuk Savaşın sonlanması ile ABD merkezli neoliberal iktisadi-siyasi düzenin dünyada yaygınlık kazandığını görürüz. Bu dönemde bazı ülkelerde parlamentolar gücünü bürokrasiye karşı geri alırlar. Özellikle bürokrasi eleştirisi getiren sağ partilerde ciddi bir uyanış ve yenileşme olur. Diğer yandan bu çağın asıl aktörü teknokrasidir. Bürokrasi gücünü yitirir ama teknokrasi gücünü artırır. Ekonomi demokratik ya da bürokratik değil teknokratik bir alan olarak yeniden kurgulanır. Ekonominin siyasetten ayrılması ve piyasada ve merkez bankaları gibi özerk kurumlarda üretilen teknokratik bilgiyle yönetilmesi gerektiği fikri hâkim olmaya başlar. Siyasal liderlerin ya teknokrat kökenli olması ya da piyasa kökenli teknokratlardan oluşturdukları kadrolarla başta ekonomi olmak üzere kamusal hayatı yönetmeleri üzerine bir anlayış oluşmaktadır.
Neoliberalizmin kırılması
2000’li yıllardan itibaren ise, hepimizin artık çok iyi bildiği, neoliberalizm krizi yaşanır. Bu konuda çok geniş bir literatür oluşuyor. Neoliberalizm krizinin ayrıntısına girmeden şunu ifade edeyim: Siyasal partilere ve parlamentoya olan ilgisizlik, ardından tepki ve öfke, aynı zamanda neoliberal sistemin kırılması bağlamında ele alınmalı. Şöyle ki, 1945-2008 arasında parlamento, partiler, bürokrasi, teknokrasi, piyasa... arasında bir denge ile giden ülke rejimleri, 2000’li yıllarda bu dengeyi devam ettirmezler. Teknokrasi, siyaseti ve bürokrasiyi gölgede bırakır. Ama aynı teknokrasi toplumsal rıza üretemez. Siyasal partilerin zaten 1980’lerden başlayarak toplumsal tabanlarıyla ilişkileri incelmektedir. Parti örgütleri rıza üretme güçlerini kaybetmeye başlarlar. İşte bu dönemde, yukarıda bahsettiğim, toplumla dolaysız ilişki kurma becerisini gösteren yeni liderliklerin güçlendiklerini görmekteyiz.
Yeni dönemde demokrasi
Tabii yukarıdaki özet çok kaba ve kısa. Bu konuda çok daha kapsamlı yazılar yazmak, tartışmalar yapmak gerekir. Türkiye’de bugünlerde tecrübe ettiğimiz gelişmelerle bitireyim.
Mayıs seçimlerinde Türkiye bir anlamda gücendirilmiş parlamenter sistem ile güçlendirilmiş başkanlık sistemi arasında bir tercih yaptı diyebiliriz. Millet İttifakı’nın önerdiği ve birçok partinin katıldığı, küçük partilerin bile veto hakkı iddia ettiği, yürütmenin Meclis tarafından güçlü bir şekilde sınırlandığı rejim teklifi kabul görmedi. Evet, tüm yalpalamasına, kurulan nepotist kartel sistemine duyulan tepkiye, ekonomik buhran ve deprem felaketine rağmen Erdoğan iktidarının bu seçimden galip gelmesi, bir anlamda toplumun içinde debelendiği buhrandan çıkmak için güçlü bir yürütmeyi, güçlü bir yasamaya tercih etmesi olarak okunabilir. Bu yürütmenin buhranın sorumlusu olması durumu değiştirmiyor.
Yeni dönemde demokratik mücadele bu gerçeği bilerek verilmedir diye düşünüyorum. Çok muhtemelen güçlü yürütmenin altını çizen başkanlık sisteminden geriye dönüş olmayacak. Türkiye’de demokrasi ve hukuk devleti isteyenlerin başkanlık sistemi içinde demokrasi nasıl yeniden kurgulanabilir, ideolojik ve örgütsel çıkmaz içindeki siyasal partiler kendilerini nasıl bu yeni döneme uyarlayabilir, siyasal partilerin dışındaki alanda demokratik mücadele nasıl örgütlenebilir, Erdoğan’ın temsil ettiği liderlik modelinin alternatifi demokratik bir liderlik modeli nasıl geliştirilebilir.... Önümüzdeki başlıca sorular bunlar diye düşünüyorum.