Müesses nizamı eleştirerek güçlenen popülist sağ, iktidara geldiği zaman hızlıca devletleşiyor, müesses nizamın kendisi oluveriyor. Bu aslında popülist sağın içinden çıkamadığı bir paradoks. Popülist sağ devletleşince daha da sertleşiyor. Oluşturduğu demokratik uyanışı ya söndürüyor ya da onu devamlı tahkim edilen bir milliyetçilik ile ikame etmek zorunda kalıyor.
Kim bilir dünyada liberal demokratik siyasal düzenin ve onunla iç içe geçmiş neo-liberal ekonomik sistemin krizde olduğunu yazan kaç yazı okudunuz. Son yirmi yılda temsili demokrasinin artık işlemediğini, toplumların başta siyasal elitler, siyasal partiler ve parlamentolar, temsili demokrasinin kurumlarına karşı tepkili olduklarını ortaya koyan yüzlerce kitap çıktı. Aynı şekilde liberal demokrasinin özgürlükleri vurgulayan liberalizm ayağı ile halkın kolektif iradesinin altını çizen demokrasi ayağı arasındaki gerilimin ya da Chantal Mouffe’nin deyimi ile “demokratik paradoksun” bir türlü aşılamadığını da müşahede etmekteyiz. Dünyanın dört bir yanında güçlenen ve yaygınlaşan popülist milliyetçi dalga kendini bu paradoks üzerinde inşa etti. Çoğu popülist lider demokrasiyi (neo)-liberalizmden ve liberal demokrasinin temsilcisi olan elitlerden kurtardıklarını ve halka geri kazandırdıklarını iddia ediyor.
Liberal demokrasinin yükselişi ve çöküşü
Uzun tarihsel sürecine girmeyelim. Yakın dönemden başlatalım. 1950’lerden itibaren sosyalizme karşı içinde sağ ve sol varyantları ile gelişen liberal demokrasi, 1980’lerde komünizmin çöküşü ile toplumlara gelecek sunan tek model olarak kendini sundu. Bu dönemle beraber liberal demokrasinin “sosyal” ayağı yavaş yavaş eridi. Buna mukabil “serbest” piyasa ekonomisi yaşamı büyük oranda şekillendirmeye başladı. Siyasetten arındırılmış, özerk kurumlarla donatılmış ve “bilimsel” ve “teknik” bir nitelik kazandığı söylenen neo-liberal “ekonomi yönetimi”, kamu yönetimini kemirmeye başladı. Devletler şirketleşirken, bürokrasi piyasadan devlete transfer olan uzmanların liderliğinde yeniden örgütleniyordu.
Toplumu piyasa olarak kodlayan bu yeni düzende siyasal partiler ve temsili demokrasinin diğer kurumları da yavaş yavaş nitelik değiştirdiler. Partiler arasındaki ideolojik hudutlar gevşiyordu. Evet, belki siyasetçiler eski ideolojilerinin eski kavramlarını kullanarak nutuklar atmaya devam ediyorlardı ama gerçek hayatta siyasal partiler piyasa ekonomisi içinde pozisyon alıyorlardı. Bazı ülkelerde partiler “serbest piyasa ekonomisine geçiş” süreçlerini yönetmek iddiası ile bir tür “reform” hareketlerine dönüşmüşlerdi (Türkiye’de 1980’lerin ANAP’ı). Bazı partiler toplumsal rıza üreterek geniş halk kesimlerini yeni rejime entegre etme aracı oldular (2000’li yılların başındaki AKP). Bazıları kendi misyonlarını yaygınlaşan özelleştirme süreçlerindeki paylaşım ilişiklerini yönetmekten ibaret görüyorlardı. Amaçları temsil ettikleri grupların özelleştirmeden ve piyasa ekonomisinin kurumsallaşması sürecinden nasıl yüksek pay alacağının hesabını yapmaktı.
Zamanla liberal-sosyal demokrasinin sadece “sosyal” ayağı değil “demokrasi” ayağı da erimekteydi. Neoliberal sistem içinde toplumun kolektif iradesi her zamankinden daha çok tehdit olarak görülmeye başladı. Asıl olan belli bir dengede ve stabil gitmesi gereken piyasaydı ve toplumsal hayat bu ilişkilerin içinde şekillenecekti. Toplumun fevri çıkışları engellenmeliydi. 1990’larda, dünyanın her yerinde “siyasetin ekonomiye karışmaması” gerektiği “sağduyunun ifadesi” olarak değerlendiriliyordu.
Bu dönüşümün 2000’li yıllarda yavaş yavaş verdiği sözleri tutamadığı anlaşılmıştı. 1990’ların sonundan başlayarak dünyayı dolaşan krizler 2008’de küresel bir iktisadi-kurumsal krize dönüşecektir. 1980’lerden beri uygulanan ekonomi politikalarının ortaya çıkardığı gelir eşitsizliği bir yana, finansal krizler birbiri ardına neoliberal nizamın ana motoru olan finansal küreselleşmeyi tehdit ediyordu. Küreselleşmenin toplumun geniş kesimlerini korunaksız bırakması, yeni paylaşım ve küresel iş bölümünde kaybeden büyük toplumsal kesimler, parasal genişlemeye rağmen çatırdayan alt yapılar, jeopolitik alanda ABD hegemonyasına Çin, kısmen Rusya ve Körfez ülkeleri tarafından meydan okunması... İşte yeni popülizm rüzgârı tam da bu dönemde ortaya çıktı.
Sol ve sağ popülizmin kuluçka dönemi
Popülizm 1990’larda kuluçka dönemini yaşadı. Aslında 1990’lar özellikle Latin Amerika’da sol popülizmin alevlendiği dönemdi. Hugo Chávez’in 1990’ların sonunda Venezuela’da başkanlık seçimlerini kazanması yeni dönemin popülist siyasetinin önemli bir dönüm noktasıydı. Gerçi Latin Amerika’da popülizm tecrübesi çok gerilere gitmekteydi. 1930 ve 40’lı yıllarda Kolombiya’nın solcu lideri Jorge Eliécer Gaitán’ın “Ben bir insan değilim, ben bir halkım” ifadesi popülizm tarihinin en önemli sözlerinden biridir. Gaitán 1920’lerde İtalya’da okumuş ve sosyalizmden faşizme kayan, meşhur hukukçu Enrico Ferri’nin öğrencisi olmuştu. Gaitán 1948’de öldürülür. Onun Fidel Castro ve Juan Perón üzerinde güçlü etkisi olduğunu biliyoruz.
Chávez’in 2012’de, ölümünden bir süre önce başkanlık kampanyasındaki meşhur nutkunda Gaitánist bir ruh vardır. Chávez kalabalığa şöyle seslenir: “Ben sizi görünce, siz beni görüyorsunuz. Bunu hissediyorum. İçimden bir ses ‘Chávez sen artık Chávez değilsin, sen halksın’ diyor. Evet ben ben değilim. Ben halkım... Ben sizin içinizde vücut buluyorum. ... Biz milyonlarca Cháveziz. Sen, bir Venezüellalı kadın, sen Chávez’sin. Sen de Venezuelalı asker, sen de Chávez’sin. Balıkçı, çiftçi, iş adamı siz Chávez’siniz. Chávez artık ben değilim. Chávez bütün halk.”
“Gerçek” milleti ya da halkı temsil etme iddiası popülist liderliğin en temel özelliğidir. Bu bazen milliyetçi bir ideolojik refleksle olur. Bazen bu iddia performatif bir karaktere bürünür. Bazen ise sadece bir siyasal stratejidir. Ama her halükârda bu temsil çoğu zaman kurulu düzenin elitlerine ve kurumlarına karşı gelişir. Popülist süreç milletin egemenliğini tekrar iddia etmesi sürecidir. Bu da ancak liderin milletiyle, onların ruhu ve duyguları ve tabi çıkarları ile birleşerek, özdeşleşerek olur. 1990’lardan sonra mücadele edilecek kurulu düzen ya da kurulmakta olan düzen küresel bir ağa dönüşmüş neo-liberal ekonomi, o dünyanın kozmopolit elitleri ve artık kendini ekonomik reformun aracı olarak gören temsili liberal demokrasi ile ilişkilendirilir.
Sol ve sağ varyantları ile popülizm bu dönemde iyice serpilmeye başlayacak, 2008 krizinden sonra ise şahlanacaktır. Şahlanan daha çok sağ ve milliyetçi popülizm olur. Le Pen, Modi, Bolsonaro, Natanyahu, Orbán, Erdoğan... Biraz farklı bir yere koysak da Putin ve tabii Trump. Bu liderler ve etraflarını örülü söylem dünyası ve siyasal-ekonomik ağlar farklı nitelikler arz eder. Yine de birbirlerinden öğrendikleri çok ilginç ortak özellikleri vardır.
Solda ise, Chávez’i bir kenara bırakırsak, belki en ilginç üç lider, Fransa’da Jean-Luc Mélenchon, Yunanistan’da Alexis Tsipras ve Şili’de Gabriel Boric Font’tur. Belki henüz sol popülizm küresel bir harekete dönüşmüş, ortak bir siyasal gramer kurmuş değildir ama böyle bir dönüşümün ipuçları da yok değildir. Bu üç lideri ve etrafında şekillenen hareketleri incelersek keskin siyasal parti formlarından uzaklaşılması, toplumun farklı kesimleriyle, sınıfsal ve kimliksel sınırların ötesinde, yatay ilişkiler kurabilme kapasitesi, klasik sol-sağ ayrımının sorgulanması gibi özellikler gözümüze çarpar.
Demokrasi ve popülizm
Popülizm aslında demokratik bir harekettir. İddiası toplumu ulusal ya da uluslararası elitlerden, oligarklardan, büyük şirketlerden, finansörlerden ve tabi teknokratlardan korumak, egemenliği tekrar bu unsurlardan alıp, gerçek sahibine vermektir. Bu iddiayı kurarken ikilemler üzerinden yürür: İyiler ve kötüler, halk ve elitler, milliler ve kozmopolitler, yerliler ve yerli olmayanlar, mazlumlar ve zalimler... Bu ikilemler özellikle sağ popülizmde otantik, kimlik ve çıkarları birleşik bir millet ya da halk varsayımına dayanır. Batı’da sağ popülizm, içinde İslamofobya içeren güçlü bir göçmen karşıtlığı üzerinde yükselir. Batı dışı sağ popülizm içinde de güçlü bir Batı özellikle ABD karşıtlığı vardır. İkisinde de komplo teorileri önemli yer tutar. Hem Batı’da hem Batı’nın dışında, sağ popülizm “milleti” tarihteki o yüce konumuna tekrar getirmeyi vaat eder. Bazen kendilerine muhafazakâr deseler de aslında muhafazakâr değil İhyacıdırlar.
Sol popülizm ise daha karmaşık bir çerçeve sunar. Sosyal demokrasinin liberalizme karşı olan o utangaç tavrını bir kenara bırakır. Sertleşir. Ama sosyalist solun sınıfsal analizlerinden, hatta sol-sağ paradigmasından da uzaklaşır. 2012’de Mélenchon Fransızlara Sol Bloğu kurmaktaki amacını şöyle anlatıyordu: “Benim mücadelem solu, o artık iyice kafa karıştıran etiketi kullanarak, bir araya getirmek değildir. Benim mücadelem halkı ittifakla bir araya getirmektir.” 2017’de Mélenchon kendi hareketinin isminden sol terimini çıkarır ve yeni bir isimle ortaya çıkar: La force du peuple. Bu hareket artık Marine Le Pen’in Front National’ine bir alternatif oluşturmaya başlamıştır. Le Pen bir yıl sonra, biraz da Mélenchon’a bir cevap vererek, kendi hareketinin ismini değiştirir Rassemblement National, yani milli hareket, ya da milli yürüyüş ismini benimser.
Aslında son dönem Fransa popülist hareketlerin laboratuvarı gibidir. Sol ve sağ popülizm diyalektiği arasında sıyrılan popülist bir liberalizmi görürüz. Emmanuel Macron’un temsil ettiği liberal popülizm (Bu terim biraz tuhaf oldu!) sağ ve sol popülizm arasında “makul”ü temsil etme iddiasındadır. Ama kazanmasının arkasındaki asıl neden toplumdaki “makul”ü arama refleksi midir, bu tartışılır.
Yeni halkçılık
Bir süredir siyasal parti rejimlerinin ve parlamentarizmin dünyada kriz içinde olduğunu yazıyorum. Siyasetçilerin parti siyasetinin ötesinde yeni bir siyaset mimarisi oluşturmalarının gerektiği bir döneme girildiğini düşünüyorum. Bu durum bütün dünyada hissediliyor. Donald Trump’ın Cumhuriyetçi Parti’nin ön seçim sürecinde, diğer adaylarla beraber parti platformunda tartışmaya katılmama kararı tam da bu durumun bir tezahürü. Trump kendini partiler üstü olmasa da partiler ötesi konumlandırıyor.
Bu durumda sağ popülizme alternatif oluşturacak hareketlerin kendilerini parti siyaseti ile sınırlandırmamaları gerektiği açık. Siyaseti farklı şekilde, toplumun siyasal partilerle ilişkisi olmayan, onlarla mesafeli farklı kesimleriyle kurmaları gerekiyor. O zaman yapılması gereken şeylerden biri siyasal partileri alelacele terk etmek değil şüphesiz ama başka bir mecrada partiler üstü ittifaklar, birliktelikler, hareketler inşa edebilmek. Bu dönemin kaybedenleri kendilerini parti siyasetine hapsedenler olacak.
Diğer yandan ilginç bir olgu ile karşı karşıyayız. Müesses nizamı eleştirerek güçlenen popülist sağ, iktidara geldiği zaman hızlıca devletleşiyor, müesses nizamın kendisi oluveriyor. Bu aslında popülist sağın içinden çıkamadığı bir paradoks. Popülist sağ devletleşince de daha sertleşiyor. Oluşturduğu demokratik uyanışı ya söndürüyor ya da onu devamlı tahkim edilen bir milliyetçilik ile ikame etmek zorunda kalıyor.
Popülist sağın iktidara geldiği ortamlarda yeni halkçı hareketlerin önü çok açık değil mi? Burada halkçılığın altını çiziyorum ve sağ popülizmin bir alternatifi olarak düşünüyorum. Sağ popülizmin soyut, tarihte sabitlenmiş, özcü, ulusal düzeyde tahayyül edilen, içindeki ayrışmaların ve çoğulluğun perdelendiği bir millet tahayyülü karşında somut, sürekli dönüştüğü kabul edilen, geçmişe çapalı değil geleceğe yönelen, reel olduğu kadar yerel, içinde sosyal ilişkilerin ve sınıfsal çelişkilerin karmaşıklığını yansıtan ama bu gerilimleri ortaklaşan bir halk fikriyatı için engel görmeyen bir yaklaşım. Sağ popülizmin dikey kurgusu karşında yatay bir kurgu kuran, sağ popülizmin tümden gelimci tahayyülü karşında tüme varımcı bir pratik sunan bir siyasallaşma... Haftaya buradan devam edelim.