Türkiye’de son yıllarda tarih hiç olmadığı kadar popülerleşti. Gazeteci-tarihçi ve ardından tele-tarihçi meslektaşlar, akademi ve kamuoyu arasında kendilerine göre köprü kurmaya çalışıyor
Bir ülkede Oksijen adıyla bir gazete çıkmaya başladıysa, bu hem kaygı verici bir gelişme hem iyiye işarettir. Kaygı vericidir, zira bu isim toplumun nefes almakta zorluk çektiğini ve oksijene ihtiyaç duyulduğunu ima eder. Olumlu bir gelişmedir, zira bu gazetenin çıkabiliyor olması hala sınırlı da olsa oksijen bulunabiliyor anlamı taşımaktadır. Osmanlı İmparatorluğu’ndan başlayarak Türkiye’nin 150 yıllık birikimi içinden gelen geleneksel basın, son otuz yılda önce sermayenin, daha sonra siyasal iktidarın denetimine girdi. Türkiye basın tarihindeki bu dönüşüm başlı başına üzerine düşünülmesi ve çalışılması gereken bir olgudur. Bugün Türkiye toplumu basın aracılığı ile paylaşılan eleştirel haber ve yürütülen kapsamlı tartışmalardan büyük oranda yoksun bırakılmış durumda. Türkiye’de siyasi iktidarın direkt ya da dolaylı kontrolü dışındaki tek tük gazeteler, internet portalları ve televizyon kanalları Türkiye’nin içinden geçtiği bu zor iklimde toplum için oksijen maskesi işlevi görmektedir. Oksijen, ismi ile müsemma bir şekilde, Türkiye kamuoyunun bu oksijen ihtiyacına omuz vermek için yola çıktı. Böyle bir dönemde böyle bir gazeteye ara sıra katkıda bulunmak benim için büyük bir mutluluk olacaktır.
Tarih ve gazetecilik
Peki, bir tarihçinin görüşlerinin bir gazetede ne kadar yeri olabilir? Gazetecilik ve tarihçilik birbiriyle akraba da olsa çok farklı meslekler. Gazeteciler güncel haber ve yorum üzerinden toplumu sürekli ve hızlı bir şekilde bilgilendirme amacı güderler. Tarihçiler ise geçmişteki karmaşık olay ve olguları anlamlı hale getirip akademik bir disiplin içinde günümüze aktarmakla meşguldürler. İşin doğrusu tarihçi gazetede yazmaya başladığında kendisi için riskli bir alana girmiş demektir. Güncel meseleler, hızlı ve doğru haber geçmişteki olgu ve olayları soğukkanlı ve sindire sindire anlamaya çalışması gereken tarihçi için tuzaklar sunabilir. Diğer yandan gazetede ara sıra tarihsel bir açı, ilginç hatta gerekli de olabilir. Güncel olanın tarihsel arka planını tarihçinin zaviyesinden ele almak gazete okuru için aydınlatıcı bulunabilir. Yeni olarak düşünülen gelişmelerin aslında farklı şekillerde de olsa kendini tekrarlayan yapısal olgular olup olmadığı tarihi bir çerçevede tartışılarak anlaşılır.
Yeni resmi tarih
Türkiye’de son yıllarda tarih hiç olmadığı kadar popülerleşti. Gazeteci-tarihçi ve ardından tele-tarihçi meslektaşlar, akademi ve kamuoyu arasında kendilerine göre köprüler kurmaya çalıştılar. Türkiye’de tarihin popülerleşmesi (hatta magazinleşmesi) benim merakla izlediğim ilginç bir süreç. Diğer yandan Türkiye’nin siyasal iktidarı söylemini bir tarih anlatısı üzerine kurdu. Bu anlatı Türkiye’nin yeni resmi tarihi olmaya doğru evrilirken, son yirmi yılda eski resmi tarih ve oluşturulmaya çalışılan bu yeni resmi tarih arasında bir savaşa tanık olduk, olmaktayız. Bu savaş televizyon dizilerinden okul kitaplarına, cami minberlerinden şehirlerdeki anıtlara kadar birçok alanda devam ediyor. Tarihin yoğun bir şekilde siyasi ve ekonomik bir meta haline geldiği bu dönemde tarihçinin akademik dünyadan burnunu çıkarıp daha geniş bir okur kitlesiyle sohbeti sanırım iki taraf için de faydalı olabilir. Benim hem tarihçi olarak hem de bir akademisyen olarak Türkiye, Avrupa ve ABD’de yaşayarak izlediğim son otuz yıl... Soğuk Savaş’ın bitişi, küresel bir liberal düzen beklentileri ve bu beklentilerin yavaş yavaş çöküşü; Ruvanda ve Bosna soykırımları;Cihadizm ve 11 Eylül; Orta Doğu ve Afganistan savaşları; dijital devrimini takip eden sosyal medya devrimi; kapitalizmin iki büyük krizi; İŞİDve İslamofobi; mülteci krizleri; henüz tam doğasını anlayamadığımız yeni otoriter rejimlerin dünyada yaygınlaşması; Trumpizm ve nihayet pandemi ile altüst olan dünya.
30 yıllık kriz
Ve Türkiye… 12 Eylül ve Özallı yılların ardından 1990’lı yıllara damgasını vuran siyasi buhran; Kürt siyasi hareketinin Türk solundan ayrışması ve silahlı mücadele; “derin devlet” tartışmaları; Türkiye sağının çöküşüyle İslami hareketin güçlenmesi; 28 Şubat 1997 ve 1999 Marmara Depremi’ni takip eden ekonomik kriz; AKP’nin iktidara gelişi; ABD ve AB desteği ile reform yılları; Kemalizm eleştirileri karşısında Cumhuriyet mitingleri; Gülen hareketinin yargı ve güvenlik bürokrasisini ele geçirmesi; darbe söylentileri ve yargı savaşları (Ergenekon, Balyoz...); “yetmez ama evet” referandumu; 2009’daki yeni iktisadi kriz, ardından Gezi olayları; barış sürecinin başlaması ve çöküşü; AKP ile Gülenciler arasındaki savaş; 15 Temmuz 2016; AKP-MHP (ordu ve iş dünyası) koalisyonu; başkanlık rejimi; eski kurumların bir bir tasfiyesi ve yargı eliyle operasyonlar;2019 yerel idare seçimleri ve AKP’nin büyük şehirleri kaybetmesi ama İstanbul seçimlerini kabul etmemesi; Rusya ile yakınlaşma ve ABD ile yaşanan gerilimler; Avrasyacılık; kayyumlar ve art iktisadi tasfiyeler; pandemi ile iç içe geçen ikinci iktisadi kriz ve muhalefetin ittifak girişimleri; en son olarak da Boğaziçi direnişi… Evet, bu otuz yıla sıkışan tarihi dönüşüm (ya da kriz) baş döndürücü bir şekilde devam ediyor. Kendi akademik çalışmalarımda bu krizlerle geçen döneme oldukça benzeyen başka bir dönemi çalışıyorum. Bu dönem 1770-1830’lar arasındaki buhranlar ve ihtilaller arasında eski rejimlerin yıkılışına ve yeni rejimlerin kuruluşuna sahne olan Devrimler Çağı. Entelektüel hayatım bu iki çılgın dönem arasında gidip geliyor. Birini çalışıyorum, diğerini bizzat yaşıyorum. Oksijen’de ara sıra bu iki dünyayı birbirine bağlayan (19 ve 20’nci asrın farklı yıkılış-kuruluş hikayelerine de değinerek) yazılar yazmak istiyorum. Tabii radikal dönüşümleri çalışan bir tarihçi için en ilginci hem Türkiye’de hem dünyada henüz “yıkılış”tan çıkıp “kuruluş” aşamasına bir türlü gelemememiz ve hayatın her alanında belirsizliklerin egemen olduğu o buhran safhasını sindire sindire tecrübe etmemiz olsa gerek.